Banka promosyonunda umduğunu alamayan işçi ve Bağ Kur emeklileri bu kez de zammın hayal kırıklığını yaşıyor.
İşçi ve Bağ Kur emekli aylıklarına yapılacak 30 liralık zamma karşılık, memur emekli aylıklarındaki 146 liralık artışa tepkiler çığ gibi büyüyor
8.5 milyon işçi ve Bağ Kur emeklisinin aylıklarına 1 Ocak’tan itibaren son 6 ayda gerçekleşen enflasyon oranında, yani yaklaşık yüzde 3 zam yapılacak. Bu da aylıklarda ortalama 30 lira artış sağlayacak.
Buna karşılık iki milyona yakın memur emeklilerinin aylıklarında ise yine 1 Ocak’tan itibaren hükümet ile Memur-Sen arasında daha önce bağıtlanan toplu iş sözleşmesi gereğince net 146 lira artış olacak.
Yıllarca farklı alanlarda emek harcayan, hizmet üretenlerin emekli aylıklarında, aynı statülerde olmalarına karşın, aylık hesaplama yöntemlerinde norm ve standart birliği sağlanamadığından, çok belirgin farklılıklar oluşuyor, bu da yakınmalara neden oluyor.
Özellikle 2008 yılından sonra işçi ve Bağ Kur sigortalısı olanların aylıklarında, emekli hesaplama yöntemlerinden dolayı büyük düşmeler yaşanıyor, memur emeklisi ile aralarındaki makas günden güne açılıyor.
İşçi ve Bağ Kur emeklileri bu yanlış uygulama ile Anayasa’nın eşitlik ilkesi karşın hak etmedikleri üvey evlat muamelesi görüyor.
Aslında işçi emeklilerinin kendi arasında var olan eşitsizliği gidermek amacıyla 2000 yılı öncesi emekliler için yapılan intibak düzenlemesi de sorunu çözemedi, emekli umduğu zammı alamadı, hayal kırıklığı yaşadı.
Kamu Başdenetçisi Nihat Ömeroğlu’nun 2000 sonrasında emekli olanlar için de intibak düzenlemesi yapılması yönündeki tavsiye kararı, SGK tarafından olumsuz karşılandı.
Geçen yıl 2000 yılı öncesi işçi emeklileri ile çok sınırlı Bağ Kur emeklisi için intibak yapılırken, bugüne değin Bağ Kur emeklileri arasında çok geniş kapsamlı bir düzenleme yapılmadı. Yani Bağ Kur emeklileri üveyin de üveyi olarak kaldı.
Emekli aylıklarındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması veya en aza indirilmesinin çözümü, ivedi yapılacak geniş kapsamlı intibak düzenlemesidir.
Halen en düşük 1162 lira olan memur emekli aylığına 1 Ocak’ta 146 lira, halen en düşük 640 lira olan işçi emekli aylığı ile 580 lira olan en düşük Bağ-Kur emekli aylığına ise ortalama 30 lira zam yapılacak. Bu da var olan eşitsizliği ve adaletsizliği daha da artıracak.
Emekliler arasındaki hoşnutsuzluğun giderilmesi için işçi ve Bağ Kur emekli aylıklarına da yüzde 3’ün karşılığı olan 30 lira değil, memur emeklileri gibi net 146 lira zam yapılmalıdır. Onlar da bu ülkenin kalkınmasına yıllarını verdiler, emeklerini harcadılar. Bu ayrıcalık niye?
Emekli dernekleri işçi ve Bağ Kur emeklilerine de 146 lira ödenmesi için hükümete mektup gönderdi.
Hükümet bu talebi olumlu karşılayacak mı, yoksa işçi ve Bağ Kur emeklileri yine üvey evlat muamelesi mi görecek?
17 Aralık 2013 Salı
9 Aralık 2013 Pazartesi
Kime Ne Kadar Zam?
Asgari Ücret Tespit Komisyonu 2014 yılında uygulanacak yeni ücreti belirlemek üzere ilk toplantısını 6 Aralık’ta gerçekleştirdi.
Asgari ücretle çalışan 5 milyonu aşkın işçi ve ailesi, komisyonun saptayacağı yeni ücreti merakla beklese de ücrete yapılacak zamdan, çıkacak karardan çok da umutlu değil.
Hükümetin 2014 Yılı Programında asgari ücrete ocak ve temmuz aylarında yüzde 3’er oranında zam yapılması öngörülüyor. Bir anlamda‘’sefalet ücreti’’ olarak nitelendirilen asgari ücret, yeni yılda da bu niteliğini koruyacak, emekçi kesimi açlıkla mücadeleye devam edecek.
Halen brüt 1021.50, net 803.50 lira olan asgari ücrete yüzde 3 zam yapılması halinde, net ücrette günlük 80 kuruş, aylık 24 lira artış olacak. Son bir yılda doğalgaza yüzde 34, elektriğe yüzde 19, ekmeğe yüzde 14, simide de yüzde 40 zam yapıldığı dikkate alındığında asgari ücrete yüzde 3 zammı öngörmek, bu ücretle çalışan işçiyi haklı olarak endişelendiriyor, karamsarlığa itiyor.
Bir simidin İstanbul’da 1.40, Ankara’da 1 liraya yükseldiği günümüzde asgari ücrette öngörülen günlük zamla bir simit bile alınamıyor.
Komisyona işçi tarafına temsilen katılan Türk-İş’in araştırmasına göre açlık sınırı 1.065, yoksulluk sınırı da 3 bin 470 lira. Bu rakamlar işçi ile birlikte dört kişilik bir ailenin yaşamını sürdürmesi gereken en az ücret. Buna karşılık asgari ücretin belirlenmesinde dört kişilik bir aile değil, sadece işçinin yapacağı harcamalar dikkate alınıyor. Komisyon işçinin ailesini yok sayıyor, görmezden geliyor.
Beş işçi, beş işveren ve beş de kamu temsilcisinden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu, ücrete öngörülen yüzde 3’ün üzerinde bir zam yapsa da bu yeterli olmayacak, emekçi yine sefilleri oynayacak.
Aileleri ile birlikte 20-25 milyonluk kitleyi oluşturan asgari ücretlinin satın alma gücünün gerçek anlamda yükseltilmesi için radikal değişikliğe gereksinim var. En azından asgari ücret vergi dışı bırakılarak rakam yükseltilebilir.
Yeni anayasa çalışmaları sırasında siyasi partilerin asgari ücretin vergi dışı bırakılması konusunda uzlaştıkları belirtilmiş, emekçiye umut pompalanmıştı.
Ne var ki ekonomi yönetimi , ‘’kümeste yolunacak kaz’’olarak gördüğü asgari ücretliden vergi yükünün kaldırılmasına şiddetle karşı çıkarak, bu kesimin hevesini kursağında bıraktı. Asgari ücretin vergi dışı bırakılması bir başka bahara kaldı.
Ülkedeki toplam gelir vergisinin yüzde 62.6’sının ücretli çalışandan, dar ve sabit gelirliden alınması, asgari ücretin vergi dışı bırakılmasının çok zor olduğunu kanıtlıyor.
Eğer bu konuda samimi bir irade gösterilirse, asgari ücretin vergi dışı kalması sağlanabilir veya ücret üzerindeki yükler aşağıya çekilebilir.
Ancak asgari ücretliyi tıpkı memur ve diğer işçiler gibi kolay vergi sağlayıcısı,‘’yolunacak kaz’’gibi gören bir zihniyet ile bunu gerçekleştirmek hiç de olası değil.
Komisyon bu ay içinde yapacağı üç veya dört toplantı sonunda 1 Ocak 2014 ve 1 Temmuz 2014’ten geçerli olacak yeni ücreti belirleyip, kamuoyuna açıklayacak.
Sanırım daha önceki komisyon kararlarında olduğu gibi, hükümet ile işveren temsilcisi TİSK, öngörülen yüzde 3 veya bir miktar üzerindeki zamda uzlaşarak yeni ücret saptayacaktır. Umarım yanılırım, komisyon işçiyi ve kamuoyunu şaşırtacak, sevindirecek bir zammı ücrete yapar, kamuoyuna açıklar.
Ancak bunun gerçekleşeceğinden hiç de umutlu değilim.
Son söz, asgari ücretin yüksek olduğunu ileri sürenlere, ‘’Gelin 803 lira ücretle ailenizle birlikte bir ay yaşamınızı sürdürün’’ ne dersiniz?
-Emeklinin Gözü Enflasyonda-
Asgari ücretli gibi, işçi, memur ve Bağ-Kur emeklileri de yeni yılda aylıklarına yapılacak zammı merakla bekliyor.
Altı milyon işçi emeklisi ile 2.5 milyon Bağ Kur emeklisinin aylıklarına 1 Ocak 2014’ten geçerli olmak üzere Temmuz-Aralık 2013 dönemini kapsayan son altı ayda gerçekleşen enflasyon oranında zam yapılacak.
Son beş ayda gerçekleşen enflasyon oranı yüzde 2.89. Emekli aylıklarına yapılacak zam oranı 3 Ocak’ta açıklanacak enflasyon oranı ile netlik kazanacak. Hükümetin 2014 yılı için hazırladığı programda işçi ve Bağ Kur emeklilerinin aylıklarına yüzde 2.88 oranında zam yapılması öngörülüyor.
Son beş aylık enflasyon rakamları dikkate alındığında, Aralık ayı enflasyonu da eksi çıkmazsa aylıklarda en çok yüzde 3 oranında artış olacak gibi. Bu da hükümetin öngördüğü zamma yakın veya çok az üstünde.
Aslında işçi ve Bağ Kur emekli aylıklarındaki derin farklılıkları gidermek için geniş kapsamlı intibak düzenlemesine ihtiyaç var. Hükümetin geçen yıl 2000 yılı öncesi emekliler için gerçekleştirdiği düzenleme sorunu çözemedi, aksine yakınmalara neden oldu. Bu nedenle yeni intibak düzenlemesi hemen yapılmalı.
İki milyon memur emeklisinin aylıklarında da hükümet ile Memur-Sen arasında, geçtiğimiz Ağustos ayında hızlı bir şekilde bağıtlanan toplu iş sözleşmesi uyarınca net 140 lira artış olacak. Son 6 aylık enflasyon oranı yüzde 3’ü aşarsa, emekli memur aylıklarına aşan oran kadar da zam yapılacak.
Ne var ki, son beş ayda gerçekleşen enflasyonun yüzde 2.89 olduğuna bakarsanız, altı ayda enflasyonun yüzde 3’ü aşması çok zor. Yani, memur ve memur emeklisine ek zam hayal gibi görünüyor.
Kamuda çalışan 2.5 milyon memurun maaşında da yine toplu iş sözleşmesi gereğince 2014 yılında net 125 liraya yakın artış olacak. 2015 yılında da memur ve memur emeklisinin maşına ocak ile temmuz aylarında yüzde 3’er oranında zam yapılacak.
Önümüzdeki yıl memur ve memur emeklisi maaşlarına zam yapılmazken, işçi ve Bağ-Kur emeklileri Temmuz ayındaki artış için yine altı aylık enflasyonu büyük bir umutla bekleyecek.
Bu ülkede işçi, memur, emekli olmak zor, hem de çok zor.
Asgari ücretle çalışan 5 milyonu aşkın işçi ve ailesi, komisyonun saptayacağı yeni ücreti merakla beklese de ücrete yapılacak zamdan, çıkacak karardan çok da umutlu değil.
Hükümetin 2014 Yılı Programında asgari ücrete ocak ve temmuz aylarında yüzde 3’er oranında zam yapılması öngörülüyor. Bir anlamda‘’sefalet ücreti’’ olarak nitelendirilen asgari ücret, yeni yılda da bu niteliğini koruyacak, emekçi kesimi açlıkla mücadeleye devam edecek.
Halen brüt 1021.50, net 803.50 lira olan asgari ücrete yüzde 3 zam yapılması halinde, net ücrette günlük 80 kuruş, aylık 24 lira artış olacak. Son bir yılda doğalgaza yüzde 34, elektriğe yüzde 19, ekmeğe yüzde 14, simide de yüzde 40 zam yapıldığı dikkate alındığında asgari ücrete yüzde 3 zammı öngörmek, bu ücretle çalışan işçiyi haklı olarak endişelendiriyor, karamsarlığa itiyor.
Bir simidin İstanbul’da 1.40, Ankara’da 1 liraya yükseldiği günümüzde asgari ücrette öngörülen günlük zamla bir simit bile alınamıyor.
Komisyona işçi tarafına temsilen katılan Türk-İş’in araştırmasına göre açlık sınırı 1.065, yoksulluk sınırı da 3 bin 470 lira. Bu rakamlar işçi ile birlikte dört kişilik bir ailenin yaşamını sürdürmesi gereken en az ücret. Buna karşılık asgari ücretin belirlenmesinde dört kişilik bir aile değil, sadece işçinin yapacağı harcamalar dikkate alınıyor. Komisyon işçinin ailesini yok sayıyor, görmezden geliyor.
Beş işçi, beş işveren ve beş de kamu temsilcisinden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu, ücrete öngörülen yüzde 3’ün üzerinde bir zam yapsa da bu yeterli olmayacak, emekçi yine sefilleri oynayacak.
Aileleri ile birlikte 20-25 milyonluk kitleyi oluşturan asgari ücretlinin satın alma gücünün gerçek anlamda yükseltilmesi için radikal değişikliğe gereksinim var. En azından asgari ücret vergi dışı bırakılarak rakam yükseltilebilir.
Yeni anayasa çalışmaları sırasında siyasi partilerin asgari ücretin vergi dışı bırakılması konusunda uzlaştıkları belirtilmiş, emekçiye umut pompalanmıştı.
Ne var ki ekonomi yönetimi , ‘’kümeste yolunacak kaz’’olarak gördüğü asgari ücretliden vergi yükünün kaldırılmasına şiddetle karşı çıkarak, bu kesimin hevesini kursağında bıraktı. Asgari ücretin vergi dışı bırakılması bir başka bahara kaldı.
Ülkedeki toplam gelir vergisinin yüzde 62.6’sının ücretli çalışandan, dar ve sabit gelirliden alınması, asgari ücretin vergi dışı bırakılmasının çok zor olduğunu kanıtlıyor.
Eğer bu konuda samimi bir irade gösterilirse, asgari ücretin vergi dışı kalması sağlanabilir veya ücret üzerindeki yükler aşağıya çekilebilir.
Ancak asgari ücretliyi tıpkı memur ve diğer işçiler gibi kolay vergi sağlayıcısı,‘’yolunacak kaz’’gibi gören bir zihniyet ile bunu gerçekleştirmek hiç de olası değil.
Komisyon bu ay içinde yapacağı üç veya dört toplantı sonunda 1 Ocak 2014 ve 1 Temmuz 2014’ten geçerli olacak yeni ücreti belirleyip, kamuoyuna açıklayacak.
Sanırım daha önceki komisyon kararlarında olduğu gibi, hükümet ile işveren temsilcisi TİSK, öngörülen yüzde 3 veya bir miktar üzerindeki zamda uzlaşarak yeni ücret saptayacaktır. Umarım yanılırım, komisyon işçiyi ve kamuoyunu şaşırtacak, sevindirecek bir zammı ücrete yapar, kamuoyuna açıklar.
Ancak bunun gerçekleşeceğinden hiç de umutlu değilim.
Son söz, asgari ücretin yüksek olduğunu ileri sürenlere, ‘’Gelin 803 lira ücretle ailenizle birlikte bir ay yaşamınızı sürdürün’’ ne dersiniz?
-Emeklinin Gözü Enflasyonda-
Asgari ücretli gibi, işçi, memur ve Bağ-Kur emeklileri de yeni yılda aylıklarına yapılacak zammı merakla bekliyor.
Altı milyon işçi emeklisi ile 2.5 milyon Bağ Kur emeklisinin aylıklarına 1 Ocak 2014’ten geçerli olmak üzere Temmuz-Aralık 2013 dönemini kapsayan son altı ayda gerçekleşen enflasyon oranında zam yapılacak.
Son beş ayda gerçekleşen enflasyon oranı yüzde 2.89. Emekli aylıklarına yapılacak zam oranı 3 Ocak’ta açıklanacak enflasyon oranı ile netlik kazanacak. Hükümetin 2014 yılı için hazırladığı programda işçi ve Bağ Kur emeklilerinin aylıklarına yüzde 2.88 oranında zam yapılması öngörülüyor.
Son beş aylık enflasyon rakamları dikkate alındığında, Aralık ayı enflasyonu da eksi çıkmazsa aylıklarda en çok yüzde 3 oranında artış olacak gibi. Bu da hükümetin öngördüğü zamma yakın veya çok az üstünde.
Aslında işçi ve Bağ Kur emekli aylıklarındaki derin farklılıkları gidermek için geniş kapsamlı intibak düzenlemesine ihtiyaç var. Hükümetin geçen yıl 2000 yılı öncesi emekliler için gerçekleştirdiği düzenleme sorunu çözemedi, aksine yakınmalara neden oldu. Bu nedenle yeni intibak düzenlemesi hemen yapılmalı.
İki milyon memur emeklisinin aylıklarında da hükümet ile Memur-Sen arasında, geçtiğimiz Ağustos ayında hızlı bir şekilde bağıtlanan toplu iş sözleşmesi uyarınca net 140 lira artış olacak. Son 6 aylık enflasyon oranı yüzde 3’ü aşarsa, emekli memur aylıklarına aşan oran kadar da zam yapılacak.
Ne var ki, son beş ayda gerçekleşen enflasyonun yüzde 2.89 olduğuna bakarsanız, altı ayda enflasyonun yüzde 3’ü aşması çok zor. Yani, memur ve memur emeklisine ek zam hayal gibi görünüyor.
Kamuda çalışan 2.5 milyon memurun maaşında da yine toplu iş sözleşmesi gereğince 2014 yılında net 125 liraya yakın artış olacak. 2015 yılında da memur ve memur emeklisinin maşına ocak ile temmuz aylarında yüzde 3’er oranında zam yapılacak.
Önümüzdeki yıl memur ve memur emeklisi maaşlarına zam yapılmazken, işçi ve Bağ-Kur emeklileri Temmuz ayındaki artış için yine altı aylık enflasyonu büyük bir umutla bekleyecek.
Bu ülkede işçi, memur, emekli olmak zor, hem de çok zor.
28 Kasım 2013 Perşembe
Kumru ve Hocazade Ailesi
Yılmaz Biçer’in görev yaptığı Kumru’ya ilişkin anılarını kaleme aldığı ‘’Acemi Savcı’’ kitabını zevkle okurken, Hocazade ailesi ve Kumru halkından övgü ile bahsetmesinden hem büyük keyif aldım, hem de onur duydum.
İkamet ettiği Çanakkale’de 2 Ekim 2013’te yaşamını yitiren merhum savcı Yılmaz Biçer, kitabında 1964'te ilk atandığı Ordu'nun Kumru ilçesinde dört yıllık görevi süresince yaşadıklarını, ilçe halkını, özelikle benim de sülalem olan Hocazade ailesinin konukseverliğini, yardımseverliğini öyle güzel anlatmış ki.
‘’Acemi Savcı’’da övgü dolu sözleri okudukça gözlerim doldu, küçük ilçede paylaşımı, yardımseverliği, konukseverliği, alçak gönüllüğü büyük olan Kumru halkı ve Hocazade ailesinin bireylerine ilişkin anılarım tazelendi.
Yılmaz Biçer kitabında, rahmetli Belediye Başkanı Kemal Kumru, Mithat Kumru, Mehmet Kumru, Cengiz Kumrulu, Zeki Kumrulu, Cemal Kumru ile nüfus müdürü Hamdi Işık, Akif ve Atıf Paycı kardeşler, İsmet Açan, marangoz Fahris Bul, sinemacı Ahmet Aksoy ve diğer ilçe halkından övgü ile söz ederek, Hocazade ailesi için de ‘’Hocazadeler geniş bir aileydi. Kumru’nun çekirdeğini oluşturan, güngörmüş ama halka tepeden bakmayan insanlardı’’ tanımlamasıyla bu ailenin hakkını teslim etmiş.
Kumru’nun 1960’larda küçük, yeşil doğası, içinden akan Elekçi Irmağı, altı dükkan olan tek katlı evleriyle İsviçre’nin kasabalarına benzediğine kitabında vurgu yapan Biçer, beraber görev yaptığı Kaymakam Yaşar Cankoçak’tan da övgü ile bahsediyor.
Bu yıl kaybettiğimiz Yaşar Cankoçak’ın kendi görüşleri doğrultusunda tüm öğretmenlere kitap sevgisini aşılmaya yönelik girişimlerini anlatan merhum savcı, Kaymakam Cankoçak’ın eşi, günümüzün ünlü şairi Gülten Akın Cankoçak ile yaşadığı olumsuzluğu anlatırken, duyduğu üzüntüyü belirtmekten kaçınmamış.
Biçer ‘’Acemi Savcı’’da sadece Hocazade ailesini değil, birlikte görev yaptığı yargıçlar Turhan Başarır, Halil Başbabası, Ahmet Sezen, doktor Nural Aygün, mahkemelik olduğu astsubaylar, simsar Mustafa Eydi, kiracısı olduğu Aziz Yahşi ve beraber otopsiye gittikleri adliye görevlisi Atıf Salgut’a ilişkin gözlemlerini anlatmış.
Kumru'nun doğal güzelliklerinin yanı sıra, ilçe halkının fotoğrafını çekmiş, halkın temel ürünü kostili (patates) kendine özgü üslubu ile tanıtmış
Rahmetli Biçer’in de kitabında vurguladığı gibi, 1960, 1970, hatta 1980’lere dek Kumru ve Hocazade ailesi bir bütünün ayrılmaz birer parçası gibiydi.
Kumru, o yıllarda yeşil doğası, Elekçi Irmağı, gösterişten uzak evleri, Kara Mehmet Yurdu,Kayabaşı,Ponkurt Gölü, Ercek Yaylası gibi güzellikleriyle, fındık, mısır ve patates tarlaları ile küçük ama çok şirin bir ilçeydi.
İlçe halkı bugünkü gibi birbirine yabancı değil, daha içten, samimi duygularla dosttu, arkadaştı, komşuydu, akrabaydı.
Kumru da zaman içinde çirkin yapılaşmadan etkilendi, o güzelim tek veya iki katlı sevimli evlerin yerini, dikey, göğe doğru uzanan beş altı katlı apartmanlar aldı.
Tıpkı tek katlı evler gibi, o içtenlik, samimi duygular, konukseverlik yıllar geçtikçe azaldı, yok oldu, halk birbirine yabancılaştı.
Annemin memleketi (Hocazade Cemal Erkumru’nun kızı) Kumru’yu her yıl ziyaretimde bu plansız ve çirkin yapılaşmanın Türkiye’nin her yanında olduğu gibi, gün geçtikçe arttığına tanık oluyorum.
O güzelim, dar ve uzun Kumru caddeleri, çok katlı binaların varlığından neredeyse gün ışığını göremez hale gelmiş. Sanki Kuzey ülkelerinin kasabası gibi.
-Dost Canlısı Aile-
Tıpkı Kumru gibi, yardımsever, can dostu Hocazade ailesi de solan yaprak misali birer birer evlatlarını kaybederek, ilçede yok olmaya doğru gidiyor.
İlçeye can veren, halkın toprak, ev sahibi olmasına katkıda bulunan, dara düşenin yanında yer alan, en önemlisi yardımseverliği ile Kumru’nun dışında da adı bilinen, bu köklü ailenin bireyleri, vefatların yanı sıra başka kentlere göçten ötürü ilçede çok az sayıda kaldı.
Her yıl Kumru’yu ziyaret ettiğimde bunu açıkça görüyor, Hocazade ailesinin ben de çok emeği olan büyüklerinin vefat haberlerini öğreniyor, üzülüyorum.
İlçede Hocazade ailesini artık Yekta-Şenol Aydın, Halit-Süleyman- Fuzuli Kumru kardeşler, Demirhan Çetik, Şuayip Efendiler, Kemal-Cezmi Kumru kardeşler, Sırrı Kumrulu, Birol Kumral, Mehmet Kumral, Cemalettin-Kemalettin Kumru kardeşler, Atıf-Macit Paycı ve adlarını anımsayamadığım diğerleri temsil ediyor.
Kumru’nun yerli ve köklü ailesi neredeyse bir elin parmakları kadar kaldı, ilçede azınlığa düştü.
Kuşkusuz Hocazade ailesinden hoşnut olmayan, sevmeyenler de var. Ancak, Yılmaz Biçer’in de kitabında önemle altını çizdiği gibi, ilçenin bu köklü ailesinden, istisnalar hariç kimseye zarar gelmedi, aksine her kişi ve kesime katkısı oldu.
Hocazade ailesi yardımseverliği, kapısının herkese açık olması, sofralarının bolluğu ile tanınır, öyle de bilinir. Bu gerçeği hiç ama hiçbir karalama, hiçbir iftira saklayamaz, üstünü örtemez. Altın çamura düşse de değerinden bir şey yitirmez. Hocazade ailesi de tıpkı bunun gibidir.
Merhum Yılmaz Biçer’in kitabını okuyunca, ailenin bir ferdi olarak bunları dile getirmeyi kendime borç bildim.
Eğer 1960’ların Kumru yaşamını, halkını, Hocazade ailesini yakından tanımak istiyorsanız Yılmaz Biçer’in ‘’Acemi Savcı’’ kitabını bir zahmet edinip, okuyun.
Bu güzel kitabı yazan, yardımsever aileye hakkını teslim eden, Biçer’e de Allah’tan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsın.
22 Kasım 2013 Cuma
Dershane Açmazı
Her ne kadar ‘’Dershaneler kapatılmayacak, özel okula dönüştürülecek’’ açıklamaları yapılsa da, hükümet dershanelerin faaliyetine son verilmesinde kararlı görünüyor.
Dershanelerin sistemin ve yetersiz eğitimin sonucu olduğu gerçeği yadsınamaz. Okullardaki yetersiz eğitimin tamamlayıcı unsuru olarak yıllardır faaliyette bulunuyorlar.
Okullarda yetersiz, niteliksiz, sınırlı eğitim alan, tek amacı üniversitelere girip yüksek öğrenimini tamamlamak olan öğrenci ve aileleri, kıt bütçelerini zorlayarak dershanelere can simidi gibi sarılıyor.
Çok büyük rantın döndüğü binlerce dershanede öğrenciler hafta sonu tatilini yapamadan, gençliklerini yaşayamadan, tek düze bir yaşam ile iyi bir üniversiteye kapağı atabilmek için yarış atı gibi koşturup duruyor.
Bu arada, dershanelerin öğrencinin özverisini göz ardı edercesine, tişört giydirip bunu reklam malzemesi olarak kullanması, başarıyı tek başına üstlenmesi de hiç şık değil.
Okullarda yeterli sayıda, her branşta öğretmeni istihdam eder, bu okulları alt yapıları ile çağdaş kurumlara dönüştürür, köklü bir eğitim reformunu gerçekleştirirseniz, sistem ürünü dershanelere gereksinim duyulmaz.
Ancak öğretmensizlikten boş geçen dersler, alt yapıdan yoksun, bilgiye, araştırmaya yönelik derslikleri bulunmayan ve en önemlisi yetersiz, niteliksiz, yüzeysel eğitim verilen çok sayıda okullar göz önüne alındığında, dershanelerin zorunluluğu ortaya çıkmakta.
Binlerce öğretmen adayı atama için sırada bekleyip, gözyaşı dökerken, dersler öğretmensizlikten yapılamazken, salt dershaneleri suçlamak, kapatmaya kalkışmak gerçeğin üstünü örtemez.
Dershaneleri kapatarak özel okullara dönüştürseniz de, bu temel koşulları yerine getiremezseniz, bu kez öğrenciye ucuz ücret karşılığı kurs veren merdiven altı, kayıt dışı dershanelerin yolunu açarsanız.
Dershanelerin kapatılması varlıklı ailelerin çocuklarını etkilemez. Onlar özel hoca ile evlerinde üniversite sınavına hazırlanır, eğitimini alır.
Olan yine yoksulun çocuğuna olur, yine onlar sınav maratonuna geride başlar, başarı düzeyi aşağıda kalır. Hoş işsizlik bu kadar yaygınken iyi bir üniversiteyi bitirseniz neye yarar?
Dershaneler kapatılırken, bundan mağdur olacak en büyük kitle kuşkusuz, öğrenciler kadar öğretmenlerle burada istihdam edilen personeldir.
Devlet okullarına atanamayan, burada verdikleri ders karşılığında aldıkları ücretle yaşamını sürdüren öğretmenler ile personelden oluşan yüz bin kişinin geleceği ne olacak?
Sanırım dershaneler kapatılırken, bu kitlenin mağduriyetini giderecek önlemler alınacaktır. En azından buradaki öğretmenlerin devlet okullarına atamaları yapılarak, hem mağduriyetleri önlenir, hem de boş kadrolar doldurulur.
Hükümetlerin öncelikli görevi, öğretmen açığını kapatarak, radikal eğitim reformu ile okulları birer bilim yuvasına dönüştürmek, öğrencileri çağdaş eğitim ile üniversitelere, hayata hazırlamaktır. Ama bu anlayışla bu gerçekleşir mi? Doğrusu çok umutlu değilim.
Dershanelerin sistemin ve yetersiz eğitimin sonucu olduğu gerçeği yadsınamaz. Okullardaki yetersiz eğitimin tamamlayıcı unsuru olarak yıllardır faaliyette bulunuyorlar.
Okullarda yetersiz, niteliksiz, sınırlı eğitim alan, tek amacı üniversitelere girip yüksek öğrenimini tamamlamak olan öğrenci ve aileleri, kıt bütçelerini zorlayarak dershanelere can simidi gibi sarılıyor.
Çok büyük rantın döndüğü binlerce dershanede öğrenciler hafta sonu tatilini yapamadan, gençliklerini yaşayamadan, tek düze bir yaşam ile iyi bir üniversiteye kapağı atabilmek için yarış atı gibi koşturup duruyor.
Bu arada, dershanelerin öğrencinin özverisini göz ardı edercesine, tişört giydirip bunu reklam malzemesi olarak kullanması, başarıyı tek başına üstlenmesi de hiç şık değil.
Okullarda yeterli sayıda, her branşta öğretmeni istihdam eder, bu okulları alt yapıları ile çağdaş kurumlara dönüştürür, köklü bir eğitim reformunu gerçekleştirirseniz, sistem ürünü dershanelere gereksinim duyulmaz.
Ancak öğretmensizlikten boş geçen dersler, alt yapıdan yoksun, bilgiye, araştırmaya yönelik derslikleri bulunmayan ve en önemlisi yetersiz, niteliksiz, yüzeysel eğitim verilen çok sayıda okullar göz önüne alındığında, dershanelerin zorunluluğu ortaya çıkmakta.
Binlerce öğretmen adayı atama için sırada bekleyip, gözyaşı dökerken, dersler öğretmensizlikten yapılamazken, salt dershaneleri suçlamak, kapatmaya kalkışmak gerçeğin üstünü örtemez.
Dershaneleri kapatarak özel okullara dönüştürseniz de, bu temel koşulları yerine getiremezseniz, bu kez öğrenciye ucuz ücret karşılığı kurs veren merdiven altı, kayıt dışı dershanelerin yolunu açarsanız.
Dershanelerin kapatılması varlıklı ailelerin çocuklarını etkilemez. Onlar özel hoca ile evlerinde üniversite sınavına hazırlanır, eğitimini alır.
Olan yine yoksulun çocuğuna olur, yine onlar sınav maratonuna geride başlar, başarı düzeyi aşağıda kalır. Hoş işsizlik bu kadar yaygınken iyi bir üniversiteyi bitirseniz neye yarar?
Dershaneler kapatılırken, bundan mağdur olacak en büyük kitle kuşkusuz, öğrenciler kadar öğretmenlerle burada istihdam edilen personeldir.
Devlet okullarına atanamayan, burada verdikleri ders karşılığında aldıkları ücretle yaşamını sürdüren öğretmenler ile personelden oluşan yüz bin kişinin geleceği ne olacak?
Sanırım dershaneler kapatılırken, bu kitlenin mağduriyetini giderecek önlemler alınacaktır. En azından buradaki öğretmenlerin devlet okullarına atamaları yapılarak, hem mağduriyetleri önlenir, hem de boş kadrolar doldurulur.
Hükümetlerin öncelikli görevi, öğretmen açığını kapatarak, radikal eğitim reformu ile okulları birer bilim yuvasına dönüştürmek, öğrencileri çağdaş eğitim ile üniversitelere, hayata hazırlamaktır. Ama bu anlayışla bu gerçekleşir mi? Doğrusu çok umutlu değilim.
14 Kasım 2013 Perşembe
Yüksek Tansiyon
Önce AKP’li 5 kadın milletvekilinin türbanla TBMM Genel Kurulu’na katılması, ardından Başbakan’ın öğrenci evlerine ilişkin açıklamaları ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da bu açıklamalara Belgrad’tan dozu hayli sert karşı açıklamaları.
Son 20 gündeki üç önemli gelişmeden ötürü Türkiye’nin tansiyonu bir anda yükseldi, hükümet içinden ilk kez Başbakan Erdoğan’a bu denli sert eleştiriler geldi.
Hac görevini yerine getiren kadın milletvekillerinin TBMM Genel Kurulu’na türbanla girmelerine yönelik haberlerin yayılması ile siyasette ve toplumda tartışmalar yoğunlaşırken, kamuoyunda günlerce birbirinden farklı yorumlar yapıldı.
Kamuoyunda oluşan gerilim, CHP’nin sağduyulu yaklaşımı, istismara prim tanımayan tutumu, Şafak Pavey’in Genel Kuruldaki muhteşem konuşması ile önlendi. Yani, bu konuda siyasi rant kazanma amacında olanların beklentisi bir anlamda boşa çıkarıldı.
Bugüne değin Meclis kürsüsüne yemin etmenin dışında bir kez çıkmayan, kamuoyunun bildiği, anımsadığı bir yasa önergesi vermeyen bu kadın milletvekillerinin inançları gereği amacına ulaştığı, kendileri ve siyasi görüşleri doğrultusunda zafer kazandıkları söylenebilir.
Meclis’e türbanla girmeyi, ‘’Türbanla girdiler de ne oldu, kime ne zararı dokundu’’ olarak değerlendirenler oldu. Eğer Meclis’te o gün bir kavga olmadıysa, çatışma yaşanmadıysa , bunda yukarıda bahsettiğim gibi, CHP’nin basiretli, olumlu yaklaşımı etkili oldu.
Ancak olaya bir de bir de farklı baktığınızda, değerlendirdiğinizde, böyle bir girişimin, türbanla Meclis Genel Kurulu’na katılmanın, kılık kıyafet özgürlüğünden çok, bir siyasi simgenin orada temsil edilmesi, topluma mesaj verilmesi olarak algılayabilirsiniz.
Kimsenin kılık kıyafetine karışmak haddime değil, herkes nasıl istiyorsa öyle giyinsin, başına türban da taksın. İtirazım bu giyim tarzının siyasi simge olarak kullanılması, topluma bu yönde yapılan dayatma girişimlerinedir.
Mütedeyyin, namazında niyazında başını eşarp ile örten, anamız, bacımız, komşumuz acaba yarın, ‘Sen de türban tak’’ denilerek bir mahalle baskısı ile karşılaşır mı? Türban özgürlüğü kadar, başını örtmeyenlerin özgürlüğü de güvence altına alınacak mı?
Türban takan milletvekilleri kendi inançları için verdikleri mücadeleyi başı açık olan hem cinslerinin inançları için de verirler mi?
-Öğrenci Evleri-
Bu olayın tartışması bitmeden Başbakan Erdoğan’ın ‘’Öğrenci Evlerine’’ ilişkin açıklamaları gündeme bomba gibi düştü, hükümette kriz yarattı.
Erdoğan, kız ve erkek öğrencilerin bir evde kalmaları konusunda başta aileleri olmak üzere, komşular tarafından kendilerine şikayetler geldiğini, bu şikayetler doğrultusunda gerekirse yasal yaptırımlara gidebilecekleri mesajını verdi.
Türkiye neredeyse Başbakan’ın hükümeti içinde kriz yaratan bu açıklamalarına kilitlendi, konuyu her zeminde tartışır oldu.
Bu sözler parti içinden yalanlansa da, Başbakan sözlerinin arkasında inatla durdu. Elbette hiçbir aile çocuklarının kız- erkek bir arada, bir evde oturmasını, ikamet etmesini istemez.
Kendi anlayışları, fikirleri doğrultusunda böyle bir yaşamı benimseyen öğrencilerin dışındaki öğrencilerin de kızlı erkekli bir arada, bir evde kalacaklarını sanmıyorum.
Esas irdelenmesi gereken öğrenciler neden böyle davranmak zorunda kalıyor, neden ortak bir evde ikamet ediyor?
Yetersiz yurtlar, ailelerin parasal kaynaklarının kıt olması, öğrencileri bir arada kalmaya itiyor. Üç-beş öğrenci bir araya gelerek ortak bir ev kiralıyor, öğrenimlerini sürdürüyor. Bizler de öğrencilik yıllarımızda arkadaşlarla birlikte kalır, ailelerimizin gönderdiği paralarla kirayı ortak öderdik.
Yurtlarda yeterli sayıda yatak olsa öğrenciler daha ucuz olan buraları tercih etmez mi? Ama yok. Eğer bu evlerden yakınıyorsanız, onlara daha rahat, daha sıcak odaları içinde barındıran yurtlarda kalmasına zemin hazırlarsınız.
Durum bu iken, Gezi direnişinin baş aktörleri öğrenci kitlesinden rövanş alır gibi öğrenci evlerine kuşku ile yaklaşmak, bu evleri terörist yuvası olarak yaftalamak, çıkarılacak yasalarla gençleri zaptı rapt altına almak, toplumu daha da gerer, demokrasi çıtamızı aşağıya çeker.
İddia edildiği gibi eğer bu evlerde uygunsuz davranışlarda bulunuluyor, bu evler birer terörist yuvası ise her bireyi attığı adımdan, aldığı nefesten yatak odasına kadar izleyebilen devlet, bunları da yakalar, adalet önüne getirir. Ama tüm öğrenci evlerini bu yaftalamaya sokarsanız hiç de doğru olmaz.
Gençler bu ülkenin yarını, geleceğidir, ne olur onlara birer potansiyel suçlu gibi bakmayalım.
İşte bu aşamada da, Bülent Arınç’ın açıklamaları bir uyarı niteliğinde idi. Arınç’ın açıklamalarına bakılırsa, AKP içinde, Başbakan’ın açıklamalarından rahatsızlık duyan bakanlar ve çok sayıda milletvekili de var.
İyice gerilen bu ortamda, başta Arınç olmak üzere partili partisiz kişi ve kurumların uyarılarını dikkate almak, ‘’Ben yaptım oldu bitti’’ mantığını bırakmak, gerilimin azalması, tansiyonun düşürülmesine yardımcı olacaktır. Ülkenin de buna acil ihtiyacı var.
Son 20 gündeki üç önemli gelişmeden ötürü Türkiye’nin tansiyonu bir anda yükseldi, hükümet içinden ilk kez Başbakan Erdoğan’a bu denli sert eleştiriler geldi.
Hac görevini yerine getiren kadın milletvekillerinin TBMM Genel Kurulu’na türbanla girmelerine yönelik haberlerin yayılması ile siyasette ve toplumda tartışmalar yoğunlaşırken, kamuoyunda günlerce birbirinden farklı yorumlar yapıldı.
Kamuoyunda oluşan gerilim, CHP’nin sağduyulu yaklaşımı, istismara prim tanımayan tutumu, Şafak Pavey’in Genel Kuruldaki muhteşem konuşması ile önlendi. Yani, bu konuda siyasi rant kazanma amacında olanların beklentisi bir anlamda boşa çıkarıldı.
Bugüne değin Meclis kürsüsüne yemin etmenin dışında bir kez çıkmayan, kamuoyunun bildiği, anımsadığı bir yasa önergesi vermeyen bu kadın milletvekillerinin inançları gereği amacına ulaştığı, kendileri ve siyasi görüşleri doğrultusunda zafer kazandıkları söylenebilir.
Meclis’e türbanla girmeyi, ‘’Türbanla girdiler de ne oldu, kime ne zararı dokundu’’ olarak değerlendirenler oldu. Eğer Meclis’te o gün bir kavga olmadıysa, çatışma yaşanmadıysa , bunda yukarıda bahsettiğim gibi, CHP’nin basiretli, olumlu yaklaşımı etkili oldu.
Ancak olaya bir de bir de farklı baktığınızda, değerlendirdiğinizde, böyle bir girişimin, türbanla Meclis Genel Kurulu’na katılmanın, kılık kıyafet özgürlüğünden çok, bir siyasi simgenin orada temsil edilmesi, topluma mesaj verilmesi olarak algılayabilirsiniz.
Kimsenin kılık kıyafetine karışmak haddime değil, herkes nasıl istiyorsa öyle giyinsin, başına türban da taksın. İtirazım bu giyim tarzının siyasi simge olarak kullanılması, topluma bu yönde yapılan dayatma girişimlerinedir.
Mütedeyyin, namazında niyazında başını eşarp ile örten, anamız, bacımız, komşumuz acaba yarın, ‘Sen de türban tak’’ denilerek bir mahalle baskısı ile karşılaşır mı? Türban özgürlüğü kadar, başını örtmeyenlerin özgürlüğü de güvence altına alınacak mı?
Türban takan milletvekilleri kendi inançları için verdikleri mücadeleyi başı açık olan hem cinslerinin inançları için de verirler mi?
-Öğrenci Evleri-
Bu olayın tartışması bitmeden Başbakan Erdoğan’ın ‘’Öğrenci Evlerine’’ ilişkin açıklamaları gündeme bomba gibi düştü, hükümette kriz yarattı.
Erdoğan, kız ve erkek öğrencilerin bir evde kalmaları konusunda başta aileleri olmak üzere, komşular tarafından kendilerine şikayetler geldiğini, bu şikayetler doğrultusunda gerekirse yasal yaptırımlara gidebilecekleri mesajını verdi.
Türkiye neredeyse Başbakan’ın hükümeti içinde kriz yaratan bu açıklamalarına kilitlendi, konuyu her zeminde tartışır oldu.
Bu sözler parti içinden yalanlansa da, Başbakan sözlerinin arkasında inatla durdu. Elbette hiçbir aile çocuklarının kız- erkek bir arada, bir evde oturmasını, ikamet etmesini istemez.
Kendi anlayışları, fikirleri doğrultusunda böyle bir yaşamı benimseyen öğrencilerin dışındaki öğrencilerin de kızlı erkekli bir arada, bir evde kalacaklarını sanmıyorum.
Esas irdelenmesi gereken öğrenciler neden böyle davranmak zorunda kalıyor, neden ortak bir evde ikamet ediyor?
Yetersiz yurtlar, ailelerin parasal kaynaklarının kıt olması, öğrencileri bir arada kalmaya itiyor. Üç-beş öğrenci bir araya gelerek ortak bir ev kiralıyor, öğrenimlerini sürdürüyor. Bizler de öğrencilik yıllarımızda arkadaşlarla birlikte kalır, ailelerimizin gönderdiği paralarla kirayı ortak öderdik.
Yurtlarda yeterli sayıda yatak olsa öğrenciler daha ucuz olan buraları tercih etmez mi? Ama yok. Eğer bu evlerden yakınıyorsanız, onlara daha rahat, daha sıcak odaları içinde barındıran yurtlarda kalmasına zemin hazırlarsınız.
Durum bu iken, Gezi direnişinin baş aktörleri öğrenci kitlesinden rövanş alır gibi öğrenci evlerine kuşku ile yaklaşmak, bu evleri terörist yuvası olarak yaftalamak, çıkarılacak yasalarla gençleri zaptı rapt altına almak, toplumu daha da gerer, demokrasi çıtamızı aşağıya çeker.
İddia edildiği gibi eğer bu evlerde uygunsuz davranışlarda bulunuluyor, bu evler birer terörist yuvası ise her bireyi attığı adımdan, aldığı nefesten yatak odasına kadar izleyebilen devlet, bunları da yakalar, adalet önüne getirir. Ama tüm öğrenci evlerini bu yaftalamaya sokarsanız hiç de doğru olmaz.
Gençler bu ülkenin yarını, geleceğidir, ne olur onlara birer potansiyel suçlu gibi bakmayalım.
İşte bu aşamada da, Bülent Arınç’ın açıklamaları bir uyarı niteliğinde idi. Arınç’ın açıklamalarına bakılırsa, AKP içinde, Başbakan’ın açıklamalarından rahatsızlık duyan bakanlar ve çok sayıda milletvekili de var.
İyice gerilen bu ortamda, başta Arınç olmak üzere partili partisiz kişi ve kurumların uyarılarını dikkate almak, ‘’Ben yaptım oldu bitti’’ mantığını bırakmak, gerilimin azalması, tansiyonun düşürülmesine yardımcı olacaktır. Ülkenin de buna acil ihtiyacı var.
3 Kasım 2013 Pazar
Emekli Bunu Hak Etmiyor
Emekli aylardır bir aylık tutarında promosyon haberleri ile umuda sokuldu, beklentisi yüksek tutuldu.
On milyonu aşkın emekliye yılda 122 milyar lira aylık ödeyen SGK’nın, ödemelerin yüzde 80’nini gerçekleştiren bankalarla yaptığı görüşmelerden bu umudun tükendiği anlaşılmakta.
Çalışanlar gibi emekliye de yılda bir maaş tutarında promosyon ödenmesini isteyen SGK’nın bu talebine ne yazık ki bankalar olumlu bakmadı.
Çalışanlar gibi emekliye de yılda bir maaş tutarında promosyon ödenmesini isteyen SGK’nın bu talebine ne yazık ki bankalar olumlu bakmadı.
Kamuoyuna yansıyan haberlere göre, bankalar emekliye ancak aylık 6 lira ödemeyi kabul edebileceklerini belirtmiş. Yani yüksek tutulan beklentiler gerçekleşmedi, deyim yerinde ise ‘’Dağ Fare Doğurdu’’.
Aylarca büyük beklenti içine sokulanemekliler aylıklarındaki artışta olduğu gibi promosyonda da hayal kırıklığına uğradı.
Emekli zaten alışmış hayal kırıklığı yaşamaya, buna da alışır. Ancak kendini büyük beklentiye sokup bunu gerçekleştiremeyenleri,bir parmak balı bile fazla görenleri, hevesini kursağında bırakanları asla unutmaz.
Aileleri ile birlikte otuz milyonluk bir kitleyi oluşturan emekli umarım bundan gerekli çıkarımı alıp, ona göre tavrını belirler.
Ne olur bundan sonra emeklilerin beklentilerini yüksek tutmayın. Aldıkları düşük aylıklarla onurlu bir şekilde yaşamlarını sürdüren, emeğini ülkenin kalkınması, ekonominin büyümesi için harcamış bu kitleyi daha fazla hayal kırıklığına uğratmayın, daha fazla üzmeyin.
Bu Sevda Bitmez
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük emaneti olan Cumhuriyet’in 90. yılında yurttaşlar yine alanları doldurdu, bu kutsal emaneti sahiplendiğini bir kez daha dünyaya tüm içtenliği ile gösterdi.
Ulu Önder’in kahraman arkadaşları ile emperyalistlere karşı kazandığı zaferin ardından kurduğu Türkiye Cumhuriyeti bu yıl 90.yaşını kutladı.
Çeşitli saldırılara, yıpratmalara karşın dimdik ayakta duran Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlar bu yıl daha çok sahip çıktı, yurdun dört bir yanında caddelerden sevgi seli aktı,alanlar kırmızı beyaz bayraklarla donatıldı.
Bir eline bayrağını, bir eline çocuğunu alan yurttaşlar, attıkları sloganlar, söylediği marşlarla, bir Cumhuriyet tutkunu, Cumhuriyet sevdalısı olduğunu adeta haykırdı.
Ne kadar örselense, saldırıya uğrasa da Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti sayesinde kulluktan vatandaşlığa geçen, özgür birey olan, Cumhuriyet ilkeleri ile çağdaş bir yaşam olanağına kavuştuklarını unutmayan insanlarımız, aydınlık için yürüyerek, fener alaylarına katılarak, Cumhuriyet’in yılmaz bekçileri olduğunu cümle aleme gösterdi.
Halkın laik Cumhuriyet’e bağlılığı, tutkusu, sevdası gözlerimizi yaşartırken, hala Cumhuriyet’in niteliklerini ayırt edemeyenlerin, bu rejimin sağladığı olanaklarla Cumhuriyetimize ve Atatürk'e saldıranların ‘’Başlarını iki ellerinin arasına alıp’’ kendilerini sorgulamaları gerekir
Her geçen yıl vatandaş Cumhuriyetine daha fazla sahip çıkıyor, alanlar daha fazla doluyor, balkonlara asılan bayraklar çoğalıyor, coşku daha da artıyor, Cumhuriyet bilinci daha fazla yaygınlaşıyor.
Cumhuriyet, demokrasidir, çağdaşlıktır, bağımsızlıktır, daha iyi bir yaşamdır, en önemlisi karanlıktan kurtulup aydınlığa çıkmaktır.
İşte bu nedenlerden ötürü vatandaş her geçen yıl Atatürk’ün emaneti Cumhuriyeti’ne daha fazla sahip çıkıyor, alanları doldurup hep bir ağızdan bu sahiplenmeyi dile getiriyor.
Cumhuriyet ve değerlerine saldırılar, karalamalar artsa da, vatandaşın bu Cumhuriyet sevdası, tutkusu hiçbir zaman bitmeyecek, aksine artacaktır. Çünkü bizim başka Cumhuriyetimiz yok.
26 Ekim 2013 Cumartesi
Emek Dostu Başkan
Yetmiş dokuz baro ve seksen bin avukatın en büyük örgütlü gücü olan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Prof. Dr.Metin Feyzioğlu’nun Genel Başkanlığa gelmesi ile adeta kabuğunu kırarak, topluma açıldı, farklı bir sivil toplum örgütü niteliğine kavuştu.
Genç ve dinamik bir kişiliği olan Feyzioğlu’nun, bu kişiliğini, cevval yapısını başkanı olduğu TBB’ye de aktardığını, farklı toplum kesimleri ve örgütleriyle kurduğu yakın ilişkilerde görmek olası. TBB artık toplumun, her kesimin, kişinin sorununa yakından eğiliyor, bu sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışıyor.
TBB bu yeni anlayış doğrultusunda 23 Ekim’de Ankara’da düzenlenen ‘’THY Grevi Bağlamında UçuşGüvenliği ve Çalışma Barışı’’ konulu sempozyum ile emekçiye yakın olduğunu, onların sorunlarına duyarsız kalmadığını gösterdi.
Bir yılı aşkın süredir grevde olan Hava-İş Sendikası üyesi işçilerle işlerine son verilen 305 THY çalışanı ve fabrikaları kapatılan Çelik-İş Sendikası üyesi Feniş işçilerinin katılarak, görüşlerini, sorunlarını dile getirdiği sempozyumda Metin Feyzioğlu, alçak gönüllülüğü, emekçiye candan yaklaşımı ile kalplerini fethetti ,sevgilerini kazandı.
Alınterleriyle ekonomiyi ayakta tutan, çarkı döndüren Türkiye’nin üretimine katkıda bulunan işçilerin, Feyzioğlu’nun, ‘’Bizler servet düşmanı değiliz. Para kazandıran değil, paranın kazandırdığı vicdansızlardan rahatsız oluruz.Yatırıma, yatırımcıya karşı durmayız. İstihdam için yatırım yapılması gerektiğini, fabrikaların , iş yerlerinin çalışmasının zorunluluğunu biliyoruz.Tek isteğimiz, emeğimizin karşılığını almak,refahı hakça bölüşmek’’şeklindeki konuşmasını coşkuyla alkışlaması dikkati çekti.
Feyzioğlu, işçilere, ‘’Arada bir sinemaya gitmek, güzel bir lokantada yemek yemek, eşinizle gezmeye çıkmak, bir sahil kasabasında yaz tatili geçirmek hayal değil, lüks değil haktır’’diye seslenerek, sosyalleşmenin önemine vurgu yaptı.
Feyzioğlu’nun fabrikaları kapatılan Feniş işçileriyle birlikte kürsüde haklarını almaya yönelik türkü söylemesi de salonda ayakta alkışlarla karşılandı.
Başta da değindiğimiz gibi farklı bir kişilik yapısı,emeğe, emekçiye, toplumun tüm kesimlerine, sorunlarına yakın duruşu ile dikkatleri çeken Metin Feyzioğlu'nun, önümüzdeki süreçte Türkiye gündeminde önemli bir yere oturacağı kesin gibi.
Toplum Feyzioğlu gibi genç, gözü pek, emeğe yakın liderleri öyle çok özlemiş ki, çünkü Türkiye'nin böyle liderlere çok gereksinimi var. Yolu açık olsun.
Genç ve dinamik bir kişiliği olan Feyzioğlu’nun, bu kişiliğini, cevval yapısını başkanı olduğu TBB’ye de aktardığını, farklı toplum kesimleri ve örgütleriyle kurduğu yakın ilişkilerde görmek olası. TBB artık toplumun, her kesimin, kişinin sorununa yakından eğiliyor, bu sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışıyor.
TBB bu yeni anlayış doğrultusunda 23 Ekim’de Ankara’da düzenlenen ‘’THY Grevi Bağlamında UçuşGüvenliği ve Çalışma Barışı’’ konulu sempozyum ile emekçiye yakın olduğunu, onların sorunlarına duyarsız kalmadığını gösterdi.
Bir yılı aşkın süredir grevde olan Hava-İş Sendikası üyesi işçilerle işlerine son verilen 305 THY çalışanı ve fabrikaları kapatılan Çelik-İş Sendikası üyesi Feniş işçilerinin katılarak, görüşlerini, sorunlarını dile getirdiği sempozyumda Metin Feyzioğlu, alçak gönüllülüğü, emekçiye candan yaklaşımı ile kalplerini fethetti ,sevgilerini kazandı.
Alınterleriyle ekonomiyi ayakta tutan, çarkı döndüren Türkiye’nin üretimine katkıda bulunan işçilerin, Feyzioğlu’nun, ‘’Bizler servet düşmanı değiliz. Para kazandıran değil, paranın kazandırdığı vicdansızlardan rahatsız oluruz.Yatırıma, yatırımcıya karşı durmayız. İstihdam için yatırım yapılması gerektiğini, fabrikaların , iş yerlerinin çalışmasının zorunluluğunu biliyoruz.Tek isteğimiz, emeğimizin karşılığını almak,refahı hakça bölüşmek’’şeklindeki konuşmasını coşkuyla alkışlaması dikkati çekti.
Feyzioğlu, işçilere, ‘’Arada bir sinemaya gitmek, güzel bir lokantada yemek yemek, eşinizle gezmeye çıkmak, bir sahil kasabasında yaz tatili geçirmek hayal değil, lüks değil haktır’’diye seslenerek, sosyalleşmenin önemine vurgu yaptı.
Feyzioğlu’nun fabrikaları kapatılan Feniş işçileriyle birlikte kürsüde haklarını almaya yönelik türkü söylemesi de salonda ayakta alkışlarla karşılandı.
Başta da değindiğimiz gibi farklı bir kişilik yapısı,emeğe, emekçiye, toplumun tüm kesimlerine, sorunlarına yakın duruşu ile dikkatleri çeken Metin Feyzioğlu'nun, önümüzdeki süreçte Türkiye gündeminde önemli bir yere oturacağı kesin gibi.
Toplum Feyzioğlu gibi genç, gözü pek, emeğe yakın liderleri öyle çok özlemiş ki, çünkü Türkiye'nin böyle liderlere çok gereksinimi var. Yolu açık olsun.
18 Ekim 2013 Cuma
Uzayda Gerilim
Yeni sezonun başlaması ile birlikte sinemaseverler, çoğu ulusal ve uluslararası alanda ödüller kazanan, bu ödüllere aday olan nitelikli filmlere kavuştu.
Yaz sezonunda sinemaları mantar gibi istila eden, gişeye yönelik, tecimsel filmler yerini, yedinci sanat tutkunlarının sabırsızlıkla beklediği usta yönetmenlerin yapıtlarına bıraktı.
Yeni sezon, Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’ın ‘Yerçekimi’ (Gravıty) , dünya sinemasının usta yönetmenleri arasında yer alan Woody Allen ‘in’ Mavi Yasemin’ (Blue Jasmine) filmlerinin ardı ardına gösterime girmesi ile sinemaseverlere ‘’merhaba’’ dedi.
Sinemaseverlerin gösterime girdiği 1991 yılında büyük ses getiren, bir hayli de övgü alan’ Büyük Umutlar’ ve ‘Son Umut’’ filmlerinden aşina olduğu Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron, bu kez yedi yıl sonra ‘Yerçekimi’’ ile seyircinin karşısına çıkıyor.
Dünya sinemasının seçkin oyuncuları Sandra Bullock ile George Clonney’in oynadığı, Venedik ve Toronto festivallerinde büyük alkış alan seyirlikte Cuaron, uzaydaki istasyonlarda yaşam mücadelesini temposu düşmeden seyirciye aktarıyor.
Gerilimin en uç noktasında, izleyicinin gözünü bir an bile beyazperdeden ayıramadığı Yerçekimi’nde, uzayda ekipleriyle görevdeyken bir uydunun enkazının çarpması sonucu ekip arkadaşlarını ve uzay araçlarını yitiren mühendis Ryan Stone (Sandra Bullock) ile astronot Matt Kowallski’nin (George Clonney) hayatta kalma mücadelesi görkemli sahnelerle anlatılıyor.
Özellikle yaşamdan umudunu kesen Ryan Stone’nin modül içindeki konuşmaları, düşleri, uzaydan dünyanın harika görüntüsü filmin en dikkat çeken sahneleri
Sandra Bullock muhteşem oyunculuğu ile öne çıkarak filme adeta damgasını vuruyor. Bullock’un bu filmindeki rolü ile Mart 2014’de sahiplerini bulacak 86.Oscar Ödüllerinde ‘’En İyi Kadın Oyuncu’’ dalında aday gösterilmesine kesin gözü ile bakılıyor.
Üç boyutlu, göz alıcı teknolojiyle çekilen, Alfonso Cuaron’un belki de en iyi filmi olan Yerçekimi, belleklerde iz bırakan, sinemaseverlerin kesinlikle kayıtsız kalamayacağı, önemli uzay filmleri arasında yerini alacak, her daim övgü ile konuşulacak sıra dışı bir seyirlik.
-Usta’nın En İyi Filmi-
Başta Oscar olmak üzere, çok sayıda uluslararası yarışmalarda ödüller kazanan, genelde yazdığı, yönettiği ve oynadığı filmlerle bilinen, sinemaseverlerin yakından tanıdığı Woody Allen, ustalığının en iyi yapıtı olarak nitelendirilebilecek Mavi Yasemin (Blue Jasmıne) ile yeniden seyircinin karşısına çıktı.
Paris’te Gece Yarısı, Maç Sayısı, Barcelona Barcelona, Uzun Boylu Esmer Adam, Cassandara’nın Rüyası, Roma’ya Sevgilerle gibi filmlerin yönetmeni, Woody Allen, bu kez Mavi Yasemin’de zengin bir kadının ekonomik çöküntüsü ve beraberinde gelen psikolojik durumunu dokunaklı şekilde anlatıyor.Cate Blanchett, Alec Baldwin, Peter Sarsgaard, Charlie Tahan, Sally Hawkins rol aldığı filmde,çekici ve göz alıcı bir yaşam süren New York’lu burjuva kadın Jasmin savruk yaşamı sonrası büyük bir mali krize girer ve iflas ile yüz yüzedir. Bu zor durumdan kurtulmak için San Francisco’ya tanıdıklarının yakınına giden Jasmin gerekli ilgiyi görebilecek midir? Tüm varlığını yitiren Jasmin , tanıdıklarının ilgisizliği, vefasızlığı karşısında ruh sağlığını da yitirmek üzeredir.
Sayısız başarılı filmlere imza atmış usta yönetmen Woody Allen’in en iyi filmi olarak değerlendirilen Mavi Yasemin’in 86. Oscar töreninde başta Cate Blanchett’in ‘’En İyi Kadın Oyuncu’’ kategorisinde olmak üzere çok sayıda ödül kazanacağı şimdiden dillendirilmeye başlandı bile.
-Altı Ödüllü Meryem-
"Kız Kardeşim Mommo’’ ile dikkatleri çeken, bu filmi ile çeşitli ödüller kazanan Atalay Taşdiken’in yine başarılı bir yapıtı olan ‘Meryem’ gösterimde.
Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde 6 ödül kazanan ‘Meryem’de Atalay Taşdiken Anadolu ve Anadolu kadının sorunlarına eğiliyor.
Altın Portakal’da ‘’En İyi Kadın Oyuncu’ ödülüne değer görülen Zeynep Çamcı’nın yanı sıra, İsmail Hacıoğlu, Mustafa Uzunyılmaz gibi oyuncuların rol aldığı Taşdiken’in filminde , güzelliği ile kasabanın ilgisini çeken 18 yaşında evlendirilen Meryem’in dramatik yaşamı anlatılıyor.
Bundan sonra katılacağı yarışmalarda da ödüller kazanacağını umduğum Meryem, Türk sinemasının eli yüzü düzgün seyirliklerinden biri.
Yaz sezonunda sinemaları mantar gibi istila eden, gişeye yönelik, tecimsel filmler yerini, yedinci sanat tutkunlarının sabırsızlıkla beklediği usta yönetmenlerin yapıtlarına bıraktı.
Yeni sezon, Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron’ın ‘Yerçekimi’ (Gravıty) , dünya sinemasının usta yönetmenleri arasında yer alan Woody Allen ‘in’ Mavi Yasemin’ (Blue Jasmine) filmlerinin ardı ardına gösterime girmesi ile sinemaseverlere ‘’merhaba’’ dedi.
Sinemaseverlerin gösterime girdiği 1991 yılında büyük ses getiren, bir hayli de övgü alan’ Büyük Umutlar’ ve ‘Son Umut’’ filmlerinden aşina olduğu Meksikalı yönetmen Alfonso Cuaron, bu kez yedi yıl sonra ‘Yerçekimi’’ ile seyircinin karşısına çıkıyor.
Dünya sinemasının seçkin oyuncuları Sandra Bullock ile George Clonney’in oynadığı, Venedik ve Toronto festivallerinde büyük alkış alan seyirlikte Cuaron, uzaydaki istasyonlarda yaşam mücadelesini temposu düşmeden seyirciye aktarıyor.
Gerilimin en uç noktasında, izleyicinin gözünü bir an bile beyazperdeden ayıramadığı Yerçekimi’nde, uzayda ekipleriyle görevdeyken bir uydunun enkazının çarpması sonucu ekip arkadaşlarını ve uzay araçlarını yitiren mühendis Ryan Stone (Sandra Bullock) ile astronot Matt Kowallski’nin (George Clonney) hayatta kalma mücadelesi görkemli sahnelerle anlatılıyor.
Özellikle yaşamdan umudunu kesen Ryan Stone’nin modül içindeki konuşmaları, düşleri, uzaydan dünyanın harika görüntüsü filmin en dikkat çeken sahneleri
Sandra Bullock muhteşem oyunculuğu ile öne çıkarak filme adeta damgasını vuruyor. Bullock’un bu filmindeki rolü ile Mart 2014’de sahiplerini bulacak 86.Oscar Ödüllerinde ‘’En İyi Kadın Oyuncu’’ dalında aday gösterilmesine kesin gözü ile bakılıyor.
Üç boyutlu, göz alıcı teknolojiyle çekilen, Alfonso Cuaron’un belki de en iyi filmi olan Yerçekimi, belleklerde iz bırakan, sinemaseverlerin kesinlikle kayıtsız kalamayacağı, önemli uzay filmleri arasında yerini alacak, her daim övgü ile konuşulacak sıra dışı bir seyirlik.
-Usta’nın En İyi Filmi-
Başta Oscar olmak üzere, çok sayıda uluslararası yarışmalarda ödüller kazanan, genelde yazdığı, yönettiği ve oynadığı filmlerle bilinen, sinemaseverlerin yakından tanıdığı Woody Allen, ustalığının en iyi yapıtı olarak nitelendirilebilecek Mavi Yasemin (Blue Jasmıne) ile yeniden seyircinin karşısına çıktı.
Paris’te Gece Yarısı, Maç Sayısı, Barcelona Barcelona, Uzun Boylu Esmer Adam, Cassandara’nın Rüyası, Roma’ya Sevgilerle gibi filmlerin yönetmeni, Woody Allen, bu kez Mavi Yasemin’de zengin bir kadının ekonomik çöküntüsü ve beraberinde gelen psikolojik durumunu dokunaklı şekilde anlatıyor.Cate Blanchett, Alec Baldwin, Peter Sarsgaard, Charlie Tahan, Sally Hawkins rol aldığı filmde,çekici ve göz alıcı bir yaşam süren New York’lu burjuva kadın Jasmin savruk yaşamı sonrası büyük bir mali krize girer ve iflas ile yüz yüzedir. Bu zor durumdan kurtulmak için San Francisco’ya tanıdıklarının yakınına giden Jasmin gerekli ilgiyi görebilecek midir? Tüm varlığını yitiren Jasmin , tanıdıklarının ilgisizliği, vefasızlığı karşısında ruh sağlığını da yitirmek üzeredir.
Sayısız başarılı filmlere imza atmış usta yönetmen Woody Allen’in en iyi filmi olarak değerlendirilen Mavi Yasemin’in 86. Oscar töreninde başta Cate Blanchett’in ‘’En İyi Kadın Oyuncu’’ kategorisinde olmak üzere çok sayıda ödül kazanacağı şimdiden dillendirilmeye başlandı bile.
-Altı Ödüllü Meryem-
"Kız Kardeşim Mommo’’ ile dikkatleri çeken, bu filmi ile çeşitli ödüller kazanan Atalay Taşdiken’in yine başarılı bir yapıtı olan ‘Meryem’ gösterimde.
Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde 6 ödül kazanan ‘Meryem’de Atalay Taşdiken Anadolu ve Anadolu kadının sorunlarına eğiliyor.
Altın Portakal’da ‘’En İyi Kadın Oyuncu’ ödülüne değer görülen Zeynep Çamcı’nın yanı sıra, İsmail Hacıoğlu, Mustafa Uzunyılmaz gibi oyuncuların rol aldığı Taşdiken’in filminde , güzelliği ile kasabanın ilgisini çeken 18 yaşında evlendirilen Meryem’in dramatik yaşamı anlatılıyor.
Bundan sonra katılacağı yarışmalarda da ödüller kazanacağını umduğum Meryem, Türk sinemasının eli yüzü düzgün seyirliklerinden biri.
8 Ekim 2013 Salı
Tezgahlar Şenlendi Ama....
Av yasağı kalktı,balıkçı tezgahları birbirinden güzel, iştah kabartan balıklar ile şenlendi, renklendi.
15 Nisan'da başlayan av yasağı,1 Eylül'de teknelerde 'Vira Bismillah' haykırışlarıı ile son bulurken, yeni av sezonuna da 'merhaba' denildi.
Tezgahlar, hamsi, palamut, barbun, kalkan, lüfer, istavrit, mezgit, kötek balıkları ile renklenirken, göz okşayan bu bolluk karşısında balıkseverlerin keyfi yerine geldi
Birbirinden güzel, canlılığı. diriliği, tazeliği ile adeta ağızları sulandıran denizin bereketleri neredeyse bir anda azaldı, tezgahlarda boy göstermemeye başladı.
Balıkseverlerin ve yıllarını denizde geçirmiş kaptanların umudu bir anda yok oldu.
Bu yıl bol olacağı belirtilen palamut, hamsi gibi halkın sevdiği, bütçelerine uygun balıklar avlanamaz oldu.
Sezon başında bolca avlanan hamsi ve palamut sanki Karadeniz'den kaçtı.
Oysa ne kadar da sevinmişti hem balıkçılar, hem de balıkseverler palamut ve hamsinin bolluğuna. Geçen yıl da yok denecek kadar avlanan hamsi ve diğerleri bu yıl da önce kendini gösterdi, ancak birden görünmez oldu, yok oldu. Balıkçıların, balıkseverlerin sevinci kursaklarında kaldı.
Şaşkınlıklar gizleyemeyen deneyimli balıkçılar, trol ve gırgır ile avlanmanın balık neslini yok ettiğini ısrarla vurgularken, havaların iyice soğuması ile ağların yine dolacağını umuyor.
Gırgır ve trol ile avlanmaya karşı ciddi önlem ve ağır yaptırımların uygulanması gerektiğine dikkat çeken balıkçılar, bir süre av yasağının sürmesinden yanalar.
Balıkçılarımızın dediği gibi, ''Karadeniz başta olmak üzere denizlerimiz SOS veriyor''. Bu tehlikeye karşı, ciddi önlemlerin alınması, gelecek yıllardaki bereketli günlerimiz için kaçınılmaz olarak ortada duruyor.
15 Nisan'da başlayan av yasağı,1 Eylül'de teknelerde 'Vira Bismillah' haykırışlarıı ile son bulurken, yeni av sezonuna da 'merhaba' denildi.
Tezgahlar, hamsi, palamut, barbun, kalkan, lüfer, istavrit, mezgit, kötek balıkları ile renklenirken, göz okşayan bu bolluk karşısında balıkseverlerin keyfi yerine geldi
Birbirinden güzel, canlılığı. diriliği, tazeliği ile adeta ağızları sulandıran denizin bereketleri neredeyse bir anda azaldı, tezgahlarda boy göstermemeye başladı.
Balıkseverlerin ve yıllarını denizde geçirmiş kaptanların umudu bir anda yok oldu.
Bu yıl bol olacağı belirtilen palamut, hamsi gibi halkın sevdiği, bütçelerine uygun balıklar avlanamaz oldu.
Sezon başında bolca avlanan hamsi ve palamut sanki Karadeniz'den kaçtı.
Oysa ne kadar da sevinmişti hem balıkçılar, hem de balıkseverler palamut ve hamsinin bolluğuna. Geçen yıl da yok denecek kadar avlanan hamsi ve diğerleri bu yıl da önce kendini gösterdi, ancak birden görünmez oldu, yok oldu. Balıkçıların, balıkseverlerin sevinci kursaklarında kaldı.
Şaşkınlıklar gizleyemeyen deneyimli balıkçılar, trol ve gırgır ile avlanmanın balık neslini yok ettiğini ısrarla vurgularken, havaların iyice soğuması ile ağların yine dolacağını umuyor.
Gırgır ve trol ile avlanmaya karşı ciddi önlem ve ağır yaptırımların uygulanması gerektiğine dikkat çeken balıkçılar, bir süre av yasağının sürmesinden yanalar.
Balıkçılarımızın dediği gibi, ''Karadeniz başta olmak üzere denizlerimiz SOS veriyor''. Bu tehlikeye karşı, ciddi önlemlerin alınması, gelecek yıllardaki bereketli günlerimiz için kaçınılmaz olarak ortada duruyor.
28 Eylül 2013 Cumartesi
Kayış Kopmasın
Yıllardır temcit pilavı gibi ısıtılıp gündeme getirilir, kamuoyunun özellikle de işçinin, sendikaların tepkisi, nabzı ölçülmeye çalışılır.
Emekçilerin, sendikalı işçilerin en büyük güvencesi olan, emekli olduğunda önceki yıllarda başını sokacak bir ev alabildiği (günümüzde mümkün değil) kıdem tazminatının kaldırılarak, fona dönüştürülmesi isteği, amacı hükümetlerin hep gündeminde olmuştur.
İşverenlerin de ısrarla talebi olan, hükümetlerin bu isteğine, yaklaşımına, işçi sendikaları Türk-İş ve DİSK
'kıdem tazminatını kaldırmak genel grev nedeni' açıklamaları ile karşı çıkarken, genel kurullarında böyle bir düzenlemeye karşı da 'genel grev' kararı almışlardır.
Hak-İş kıdem tazminatı fonuna olumlu yaklaşırken, işveren örgütleri TİSK ve TÜSİAD ise fon kurulmasını yıllardır büyük bir iştahla savunagelmiştir.
Başbakan Erdoğan başkanlığında 9 yıl sonra 26 Eylül'de toplanan 'Çalışma Meclisi'nin gündemini esnek çalışma modeli, özel istihdam bürolarının kurulması ile birlikte yine kıdem tazminatı oluşturuyordu.
Her ne kadar Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik 'Başbakan'ın talimatı ile kıdem tazminatı rafa kaldırıldı'' açıklamalarını yapsa da, Çalışma Meclisi'nin gündemine baktığımızda hiç de rafa kaldırılmadığı görülmektedir.
Hükümet, 1 milyon 250 bin dolayındaki taşeron işçinin de kıdem tazminatından yararlanması amacıyla, çalışanların mevcut hakları korunarak, yeniden bir düzenlemeye gereksinim olduğu gerekçesiyle konuyu yeniden tartışmaya açtı.
Mevcut sistemde bir yıllık çalışma süresini tamamlayan işçi, kıdem tazminatına hak kazanırken, hükümetin hazırlığına göre, bir gün bile çalışan özellikle taşeron işçiler de fon aracılığı ile kıdem tazminatı alabilecek.
Başbakan Erdoğan'ın 'üzerinde anlaşarak bize gelin'' çağrısını yaptığı, çalışma yaşamını derinden etkileyecek
kıdem tazminatı ile esnek çalışma modeli ve özel istihdam bürolarının kurulmasını öngören yasa tasarısının TBMM'ye sunulması ile kuşkusuz çalışma yaşamı bir anda sıcak atmosfere girecek, sendikalar hareketlenecek.
Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay'ın belirttiği gibi çalışan kesimin, emekçilerin daha önce kurulan fonlardan çok canı yanmıştır.
Hükümetin, ' mevcut haklar korunacak, fon yeni işe başlayanlar ve taşeron işçiler için kurulacak' açıklamalarına karşın, daha önceki fonlardan beklediğini alamayan, hak kaybına uğrayan işçilerin ve sendikaların, yeniden canlarının yanmaması için bu fona kuşku ile yaklaşmaları, karşı çıkmaları son derece doğal.
Bunun yanı sıra, sendikalaşmayı zayıflatacak, işçilerin satın alma gücünü geriletecek özel istihdam bürolarının kurulması, esnek çalışma modeli gibi düzenlemeler, zor günlerden geçen çalışma yaşamını iyice cendereye sokacaktır.
DİSK Genel Başkanı Kani Beko Çalışma Meclisi'nde yaptığı konuşmada 'Emekçilerin yaşam koşullarını daha aşağıya çekecek düzenlemeler hayata geçerse kayış kopar' diyerek haklı endişesini dile getirdi.
Çalışma yaşamını derinden etkileyecek böyle bir düzenleme yasalaşırken, işçi sendikalarının endişeleri ve talepleri kesinlikle dikkate alınmalı.
Emekçilerin, sendikalı işçilerin en büyük güvencesi olan, emekli olduğunda önceki yıllarda başını sokacak bir ev alabildiği (günümüzde mümkün değil) kıdem tazminatının kaldırılarak, fona dönüştürülmesi isteği, amacı hükümetlerin hep gündeminde olmuştur.
İşverenlerin de ısrarla talebi olan, hükümetlerin bu isteğine, yaklaşımına, işçi sendikaları Türk-İş ve DİSK
'kıdem tazminatını kaldırmak genel grev nedeni' açıklamaları ile karşı çıkarken, genel kurullarında böyle bir düzenlemeye karşı da 'genel grev' kararı almışlardır.
Hak-İş kıdem tazminatı fonuna olumlu yaklaşırken, işveren örgütleri TİSK ve TÜSİAD ise fon kurulmasını yıllardır büyük bir iştahla savunagelmiştir.
Başbakan Erdoğan başkanlığında 9 yıl sonra 26 Eylül'de toplanan 'Çalışma Meclisi'nin gündemini esnek çalışma modeli, özel istihdam bürolarının kurulması ile birlikte yine kıdem tazminatı oluşturuyordu.
Her ne kadar Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik 'Başbakan'ın talimatı ile kıdem tazminatı rafa kaldırıldı'' açıklamalarını yapsa da, Çalışma Meclisi'nin gündemine baktığımızda hiç de rafa kaldırılmadığı görülmektedir.
Hükümet, 1 milyon 250 bin dolayındaki taşeron işçinin de kıdem tazminatından yararlanması amacıyla, çalışanların mevcut hakları korunarak, yeniden bir düzenlemeye gereksinim olduğu gerekçesiyle konuyu yeniden tartışmaya açtı.
Mevcut sistemde bir yıllık çalışma süresini tamamlayan işçi, kıdem tazminatına hak kazanırken, hükümetin hazırlığına göre, bir gün bile çalışan özellikle taşeron işçiler de fon aracılığı ile kıdem tazminatı alabilecek.
Başbakan Erdoğan'ın 'üzerinde anlaşarak bize gelin'' çağrısını yaptığı, çalışma yaşamını derinden etkileyecek
kıdem tazminatı ile esnek çalışma modeli ve özel istihdam bürolarının kurulmasını öngören yasa tasarısının TBMM'ye sunulması ile kuşkusuz çalışma yaşamı bir anda sıcak atmosfere girecek, sendikalar hareketlenecek.
Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay'ın belirttiği gibi çalışan kesimin, emekçilerin daha önce kurulan fonlardan çok canı yanmıştır.
Hükümetin, ' mevcut haklar korunacak, fon yeni işe başlayanlar ve taşeron işçiler için kurulacak' açıklamalarına karşın, daha önceki fonlardan beklediğini alamayan, hak kaybına uğrayan işçilerin ve sendikaların, yeniden canlarının yanmaması için bu fona kuşku ile yaklaşmaları, karşı çıkmaları son derece doğal.
Bunun yanı sıra, sendikalaşmayı zayıflatacak, işçilerin satın alma gücünü geriletecek özel istihdam bürolarının kurulması, esnek çalışma modeli gibi düzenlemeler, zor günlerden geçen çalışma yaşamını iyice cendereye sokacaktır.
DİSK Genel Başkanı Kani Beko Çalışma Meclisi'nde yaptığı konuşmada 'Emekçilerin yaşam koşullarını daha aşağıya çekecek düzenlemeler hayata geçerse kayış kopar' diyerek haklı endişesini dile getirdi.
Çalışma yaşamını derinden etkileyecek böyle bir düzenleme yasalaşırken, işçi sendikalarının endişeleri ve talepleri kesinlikle dikkate alınmalı.
14 Eylül 2013 Cumartesi
Emekliye Bir Parmak Bal
Emekli, yıllardır talep ettiği banka promosyonuna bu kez kavuşacak gibi, ancak ödenecek miktar emeklinin beklentilerinden çok uzak.
Basına yansıyan haberlere göre, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile emekli aylıklarını ödeyen bankaların genel müdürleri önümüzdeki günlerde bir araya gelerek, konuyu değerlendirecek.
Aldıkları düşük aylıkla yaşamlarını güçlükle sürdüren 10 milyonu aşkın emeklinin yıllardır haykırarak dile getirdiği talebinin gerçekleşmesi, hayata geçmesi kuşkusuz olumlu bir gelişme.
Ancak ödenecek tutarın televizyonlarda ''Emekliye promosyon müjdesi'' şeklinde yapılan anonslardaki gibi çok yüksek olmayacağı da ortada.
Yine basına yansıyan haberlere göre, emekliye aylıkları ödenen banka tarafından yılda bir kez olmak üzere, maaşının aylık yüzde 1'i oranında promosyon verilecek.
Yani bin lira aylığı olan emekliye yılda bir kez 120 lira, 2 bin lira aylık alan emekliye de yine yılda bir kez 240 lira tutarında promosyon ödenecek.
Eğer kamuoyuna yansıyan rakamlar kesinleşirse, emeklinin beklentisi karşılanmayacak, burukluk yaratacak, bu düzeydeki bir ödeme ''emekliye bir parmak bal'' olacak.
Memur ve diğer çalışanlara maaşlarına yakın düzeyde promosyon ödeyen bankalar nedense emekliye karşı cimri bir tutum içinde.
Toplumda gerekli saygıyı göremeyen, ikinci sınıf yurttaş davranışı ile karşılaşan emeklilere ne yazık ki bankalar da bu tavırla yaklaşıyor.
On milyonu aşkın emekliye 122 milyar lira aylık ödeyen SGK, önümüzdeki günlerde gerçekleştirilecek görüşmelerde yüzde 1 oranındaki promosyon miktarının daha yukarıda olması için çaba harcamalı, emekliyi bu promosyonu ödeyecek bankalara yöneltmeye teşvik etmeli.
Emekli aylıklarını hesaplarında tutan ve bunu değerlendirerek karlar elde eden bankaların bu karlarının bir bölümünü emekliye ödemesi gerekmez mi? Emeklinin bu kardan pay istemesi en doğal talebi değil mi? Emekli bir parmak bal değil, aylığı kadar promosyon bekliyor.
Aslında üç bin lira düzeyindeki 'Yoksulluk Sınırı'nın üstünde olması gereken emekli aylıklarında çok ciddi bir düzenleme yapmanın zamanı geçti bile.
Yıllardır 'kaynak yok' gerekçesiyle açlığa mahkum edilen emeklilere istenilse öyle kaynaklar yaratılır ki, ama niyet ciddi olsun.
Basına yansıyan haberlere göre, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile emekli aylıklarını ödeyen bankaların genel müdürleri önümüzdeki günlerde bir araya gelerek, konuyu değerlendirecek.
Aldıkları düşük aylıkla yaşamlarını güçlükle sürdüren 10 milyonu aşkın emeklinin yıllardır haykırarak dile getirdiği talebinin gerçekleşmesi, hayata geçmesi kuşkusuz olumlu bir gelişme.
Ancak ödenecek tutarın televizyonlarda ''Emekliye promosyon müjdesi'' şeklinde yapılan anonslardaki gibi çok yüksek olmayacağı da ortada.
Yine basına yansıyan haberlere göre, emekliye aylıkları ödenen banka tarafından yılda bir kez olmak üzere, maaşının aylık yüzde 1'i oranında promosyon verilecek.
Yani bin lira aylığı olan emekliye yılda bir kez 120 lira, 2 bin lira aylık alan emekliye de yine yılda bir kez 240 lira tutarında promosyon ödenecek.
Eğer kamuoyuna yansıyan rakamlar kesinleşirse, emeklinin beklentisi karşılanmayacak, burukluk yaratacak, bu düzeydeki bir ödeme ''emekliye bir parmak bal'' olacak.
Memur ve diğer çalışanlara maaşlarına yakın düzeyde promosyon ödeyen bankalar nedense emekliye karşı cimri bir tutum içinde.
Toplumda gerekli saygıyı göremeyen, ikinci sınıf yurttaş davranışı ile karşılaşan emeklilere ne yazık ki bankalar da bu tavırla yaklaşıyor.
On milyonu aşkın emekliye 122 milyar lira aylık ödeyen SGK, önümüzdeki günlerde gerçekleştirilecek görüşmelerde yüzde 1 oranındaki promosyon miktarının daha yukarıda olması için çaba harcamalı, emekliyi bu promosyonu ödeyecek bankalara yöneltmeye teşvik etmeli.
Emekli aylıklarını hesaplarında tutan ve bunu değerlendirerek karlar elde eden bankaların bu karlarının bir bölümünü emekliye ödemesi gerekmez mi? Emeklinin bu kardan pay istemesi en doğal talebi değil mi? Emekli bir parmak bal değil, aylığı kadar promosyon bekliyor.
Aslında üç bin lira düzeyindeki 'Yoksulluk Sınırı'nın üstünde olması gereken emekli aylıklarında çok ciddi bir düzenleme yapmanın zamanı geçti bile.
Yıllardır 'kaynak yok' gerekçesiyle açlığa mahkum edilen emeklilere istenilse öyle kaynaklar yaratılır ki, ama niyet ciddi olsun.
9 Eylül 2013 Pazartesi
Türk-İş'te Çözüm Ne?
Türkiye'nin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş'te beklenen oldu, Genel Başkan Mustafa Kumlu bu görevinden istifa etti, Genel Mali Sekreter Ergün Atalay yeni başkan oldu.
21. olağan genel kurulun ardından içten içe kaynayan, bütünlüğünü yitiren, emekçilerin sorunlarına kayıtsız kalan yönetim kurulundaki huzursuzluk, Mustafa Kumlu'nun 30 işçinin altında işçi çalıştıran işletmelerde sendikal örgütlenmeyi ve toplu iş sözleşmesini kısıtlayan hükümler içeren hükümet tarafından hazırlanan protokolü imzalamasıyla iyice belirginleşti.
Her ne kadar Mustafa Kumlu'nun bu protokolü tek başına imzaladığı ileri sürülse de Türk-İş yönetiminin bu imzadan bilgisi yok muydu? İddia edildiği gibi Kumlu, işverenlere büyük avantajlar sağlayacak bu protokolü yönetime haber vermeden mi imzaladı?
Aslında yönetimdeki huzursuzluğun başlangıcı Mustafa Kumlu'nun kızının ABD Büyükelçiliği'nden vize alırken 20 milyon dolarlık hesap cüzdanını göstermesine yönelik iddialara dayanıyordu.
Bu iddialar basında gündeme gelmiş, Kumlu da bu iddiaları yalanlamıştı.
Adeta kaynayan kazana dönüşen konfederasyon yönetiminde bu iddialar ve imzaladığı protokolden ötürü tek başına kalan Mustafa Kumlu'nun istifa etmekten başka bir seçeneği de kalmamıştı.
Emekçilerin sorunlarına duyarsız kalmakla eleştirilen, tabanı işçilerden büyük tepki alan yeni Türk-İş Genel Başkanı ve yönetimini zor günler bekliyor.
TBMM'nin açılması ile birlikte hükümet tarafından gündeme getirileceği belirtilen Kıdem Tazminatı Fonu'nun kurulması, esnek çalışma modeli, özel istihdam büroları gibi işçiyi yakından ilgilendiren yasa tasarıları karşısında Türk-İş'in tavrı merakla bekleniyor.
-Olağanüstü Genel Kurul-
Aslında Türk-İş için en doğru olanı olağanüstü genel kuruldur.
Yönetimdeki, bölünme ve huzursuzluktan ötürü aylarca yönetim kurulu toplantısı yapamayan Türk-İş, 21. olağan genel kurulun ardından başta tabanı işçiler olmak üzere çalışanları ilgilendiren sorunlar karşısında hep sessiz kaldı, demokratik tepkisini sergileyemedi.
Diğer konfederasyonlar mücadelelerini, tepkilerini alanlarda gösterirken, Türk-İş bu gelişmeleri uzaktan izledi, neredeyse 'Üç Maymun'u oynadı.
Kurulduğu 1952 yılından bu yana Türk işçi hareketinin öncüsü olan Türk-İş'in bu duyarsızlığı, umarsızlığı, edilgenliği emekçiler ve kamuoyunca haklı olarak tepki ile karşılandı, kınandı.
Türk-İş'in üzerindeki ölü toprağını atması, silkinmesi, emekçiler adına yoğun mücadeleye başlayabilmesi için olağanüstü genel kurulun toplanması kaçınılmazdır.
Gerçekleştirilecek olağanüstü genel kurulda ötekileştirme bir yana bırakılarak, Petrol-İş, Tek Gıda-İş, Hava-İş, Belediye-İş, Basın-İş, Deri-İş, TGS, TÜMTİS, Kristal-İş, TOLEYİS gibi sendikaların oluşturduğu Sendikal Güç Birliği Platformu temsilcilerinin de içinde yer aldığı yeni ve dinamik bir Türk-İş yönetimi oluşturulmalı.
Olağanüstü genel kurulda efsane başkan Seyfi Demirsoy'un belleklere kazınan ''Ankara'da Türk-İş Var'' sözüne uygun, ciddiye alınan, emekçinin saygı duyacağı edilgen değil, etkin bir Türk-İş yönetimi göreve getirilerek, konfederasyona dinamik bir yapı kazandırılmalı.
21. olağan genel kurulun ardından içten içe kaynayan, bütünlüğünü yitiren, emekçilerin sorunlarına kayıtsız kalan yönetim kurulundaki huzursuzluk, Mustafa Kumlu'nun 30 işçinin altında işçi çalıştıran işletmelerde sendikal örgütlenmeyi ve toplu iş sözleşmesini kısıtlayan hükümler içeren hükümet tarafından hazırlanan protokolü imzalamasıyla iyice belirginleşti.
Her ne kadar Mustafa Kumlu'nun bu protokolü tek başına imzaladığı ileri sürülse de Türk-İş yönetiminin bu imzadan bilgisi yok muydu? İddia edildiği gibi Kumlu, işverenlere büyük avantajlar sağlayacak bu protokolü yönetime haber vermeden mi imzaladı?
Aslında yönetimdeki huzursuzluğun başlangıcı Mustafa Kumlu'nun kızının ABD Büyükelçiliği'nden vize alırken 20 milyon dolarlık hesap cüzdanını göstermesine yönelik iddialara dayanıyordu.
Bu iddialar basında gündeme gelmiş, Kumlu da bu iddiaları yalanlamıştı.
Adeta kaynayan kazana dönüşen konfederasyon yönetiminde bu iddialar ve imzaladığı protokolden ötürü tek başına kalan Mustafa Kumlu'nun istifa etmekten başka bir seçeneği de kalmamıştı.
Emekçilerin sorunlarına duyarsız kalmakla eleştirilen, tabanı işçilerden büyük tepki alan yeni Türk-İş Genel Başkanı ve yönetimini zor günler bekliyor.
TBMM'nin açılması ile birlikte hükümet tarafından gündeme getirileceği belirtilen Kıdem Tazminatı Fonu'nun kurulması, esnek çalışma modeli, özel istihdam büroları gibi işçiyi yakından ilgilendiren yasa tasarıları karşısında Türk-İş'in tavrı merakla bekleniyor.
-Olağanüstü Genel Kurul-
Aslında Türk-İş için en doğru olanı olağanüstü genel kuruldur.
Yönetimdeki, bölünme ve huzursuzluktan ötürü aylarca yönetim kurulu toplantısı yapamayan Türk-İş, 21. olağan genel kurulun ardından başta tabanı işçiler olmak üzere çalışanları ilgilendiren sorunlar karşısında hep sessiz kaldı, demokratik tepkisini sergileyemedi.
Diğer konfederasyonlar mücadelelerini, tepkilerini alanlarda gösterirken, Türk-İş bu gelişmeleri uzaktan izledi, neredeyse 'Üç Maymun'u oynadı.
Kurulduğu 1952 yılından bu yana Türk işçi hareketinin öncüsü olan Türk-İş'in bu duyarsızlığı, umarsızlığı, edilgenliği emekçiler ve kamuoyunca haklı olarak tepki ile karşılandı, kınandı.
Türk-İş'in üzerindeki ölü toprağını atması, silkinmesi, emekçiler adına yoğun mücadeleye başlayabilmesi için olağanüstü genel kurulun toplanması kaçınılmazdır.
Gerçekleştirilecek olağanüstü genel kurulda ötekileştirme bir yana bırakılarak, Petrol-İş, Tek Gıda-İş, Hava-İş, Belediye-İş, Basın-İş, Deri-İş, TGS, TÜMTİS, Kristal-İş, TOLEYİS gibi sendikaların oluşturduğu Sendikal Güç Birliği Platformu temsilcilerinin de içinde yer aldığı yeni ve dinamik bir Türk-İş yönetimi oluşturulmalı.
Olağanüstü genel kurulda efsane başkan Seyfi Demirsoy'un belleklere kazınan ''Ankara'da Türk-İş Var'' sözüne uygun, ciddiye alınan, emekçinin saygı duyacağı edilgen değil, etkin bir Türk-İş yönetimi göreve getirilerek, konfederasyona dinamik bir yapı kazandırılmalı.
2 Eylül 2013 Pazartesi
Ya Diğerleri?
Uluslararası Spor Tahkim Mahkemesi'nin (CAS) kararı Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarında şok yaratırken, beraberinde birçok tartışmayı, soruyu da gündeme getirdi.
UEFA'nın Fenerbahçe'yi 2, Beşiktaş'ı da 1 yıl Avrupa kupalarından men kararının CAS tarafından onaylanması, kuşkusuz uluslararası düzlemde Türkiye'nin başını sürekli ağıratacaktır.
Elbette şike girişimleri temiz futbol adına kabullenilemez. Böylesi çirkin girişimlerde bulunan takım ve yöneticiler gerekli karşılığını bulmalı, yaptırımları çok ağır olmalıdır. Ancak şikeye ilişkin verilen cezalar beraberinde tartışmaları getirmemeli, tüm sporseverlerin gönlünde yer bulmalıdır.
3 Temmuz süreciyle birlikte Türk futbolunda başlayan darbenin CAS'ın son kararıyla bittiğini, sonuçlandığını söylemek çok da doğru değil. Bu kararlar çok uzun yıllar tartışılacak, eğriliği, doğruluğu, haksızlığı sürekli sorgulanacak.
Bu süreçte en çok yarayı alan, taraftarının desteği ve özverisi ile adeta 'Yıkılmadım Ayaktayım' mesajını veren Fenerbahçe, hem Türkiye, hem de uluslarası spor çevrelerince şike girişimlerinin tek suçlusu olarak ilan edildi.
Önceleri 14 maçta, daha sonra 7 maçta şike yaptığı savlanan Fenerbahçe, hem UEFA hem de CAS'ın kararına göre bu maçlarda şikeyi tek başına yapmış. Peki Fenerbahçe'nin şike yaptığı iddia edilen diğer takım, kişi ve kurumlar nerede? Eğer Fenerbahçe'ye şikeden ceza veriyorsanız, anlaştığı karşı takım ve oyunculara neden ceza yok? Tek başına şike oluyor mu? Ya diğerleri?
Tromsö'yü muhteşem bir futbol ile eleyerek tur atlayan Beşiktaş'ın sevinci, CAS'ın kararı ile acıya dönüştü.Kara Kartallar da tıpkı Fenerbahçe gibi CAS'tan gelen haber ile yıkıldı.Çarşı'nın coşkulu desteği ile Olimpiyat Stadyumu'nda destan yazan Beşiktaş'a Avrupa yolu kapandı.
Oysa o kadar umutluydu ki Beşiktaş camiası, 'Bizim durumumuz Fenerbahçe'den farklı'' söylemi ile bu umutlarını dile getiriyorlardı, ama olmadı, CAS, Beşiktaş'a da ''Avrupa'da yoksun'' dedi.
Geç olmakla birlikte, hem Fenerbahçe, hem de Beşiktaş, UEFA ve CAS'ta gerekli mücadeleyi yapıp, lobi oluştursalar acaba bu kararlar çıkar mıydı? Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) takımlarımıza yeteri kadar sahip çıkıp, arkalarında durdu mu? İddia edildiği gibi özellikle de Fenerbahçe'nin ceza almasını isteyen rakip takım yöneticileri UEFA nezdinde girişim de bulundu mu? CAS sadece polis fezlekesini mi dikkate aldı? gibi sorular gündeme geldi, yanıtı arandı. Ama olan oldu
Fenerbahçe ve Beşiktaş gibi Türk futbolunun çınarları, taraftarının desteği, coşkusu ve özverisi ile bu zor günleri de atlatacak, Avrupa'daki zaferlerine yeniden imza atacaktır. Aldırma Fener Aldırma Kara Kartal, bu kötü günler de geçer.
Avrupa Şampiyonlar Ligi'ndeki temsilcimiz Galatasaray ile UEFA Avrupa Ligi'nde mücadele edecek Trabzonspor, ülke futbolu adına bu yıl daha fazla sorumluluk üstlenmek zorunda. Galatasaray ve Trabzonspor'un başarıları, bir üst tura yükselmeleri, UEFA ve CAS tarafından Türk futboluna reva görülen haksızlığa tokat gibi bir yanıt olacak.
Tüm sporseverler gibi, (Trabzonsporlu yöneticilerin kışkırtıcı açıklamaları, tavırlarına karşın) Fenerbahçe taraftarı ile Beşiktaş taraftarının Cim Bom ve Trabzonspor'u Avrupa'da sonuna dek destekleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
FİFA listelerinde sürekli gerileyen, adı bile duyulmayan ülkelerin gerisinde kalan Türk futbolunun yeniden o görkemli günlere dönmesi, başarısı, ayağa kalkması için birliğe, beraberliğe, kenetlenmeye öyle çok gereksinimimiz var ki...
UEFA'nın Fenerbahçe'yi 2, Beşiktaş'ı da 1 yıl Avrupa kupalarından men kararının CAS tarafından onaylanması, kuşkusuz uluslararası düzlemde Türkiye'nin başını sürekli ağıratacaktır.
Elbette şike girişimleri temiz futbol adına kabullenilemez. Böylesi çirkin girişimlerde bulunan takım ve yöneticiler gerekli karşılığını bulmalı, yaptırımları çok ağır olmalıdır. Ancak şikeye ilişkin verilen cezalar beraberinde tartışmaları getirmemeli, tüm sporseverlerin gönlünde yer bulmalıdır.
3 Temmuz süreciyle birlikte Türk futbolunda başlayan darbenin CAS'ın son kararıyla bittiğini, sonuçlandığını söylemek çok da doğru değil. Bu kararlar çok uzun yıllar tartışılacak, eğriliği, doğruluğu, haksızlığı sürekli sorgulanacak.
Bu süreçte en çok yarayı alan, taraftarının desteği ve özverisi ile adeta 'Yıkılmadım Ayaktayım' mesajını veren Fenerbahçe, hem Türkiye, hem de uluslarası spor çevrelerince şike girişimlerinin tek suçlusu olarak ilan edildi.
Önceleri 14 maçta, daha sonra 7 maçta şike yaptığı savlanan Fenerbahçe, hem UEFA hem de CAS'ın kararına göre bu maçlarda şikeyi tek başına yapmış. Peki Fenerbahçe'nin şike yaptığı iddia edilen diğer takım, kişi ve kurumlar nerede? Eğer Fenerbahçe'ye şikeden ceza veriyorsanız, anlaştığı karşı takım ve oyunculara neden ceza yok? Tek başına şike oluyor mu? Ya diğerleri?
Tromsö'yü muhteşem bir futbol ile eleyerek tur atlayan Beşiktaş'ın sevinci, CAS'ın kararı ile acıya dönüştü.Kara Kartallar da tıpkı Fenerbahçe gibi CAS'tan gelen haber ile yıkıldı.Çarşı'nın coşkulu desteği ile Olimpiyat Stadyumu'nda destan yazan Beşiktaş'a Avrupa yolu kapandı.
Oysa o kadar umutluydu ki Beşiktaş camiası, 'Bizim durumumuz Fenerbahçe'den farklı'' söylemi ile bu umutlarını dile getiriyorlardı, ama olmadı, CAS, Beşiktaş'a da ''Avrupa'da yoksun'' dedi.
Geç olmakla birlikte, hem Fenerbahçe, hem de Beşiktaş, UEFA ve CAS'ta gerekli mücadeleyi yapıp, lobi oluştursalar acaba bu kararlar çıkar mıydı? Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) takımlarımıza yeteri kadar sahip çıkıp, arkalarında durdu mu? İddia edildiği gibi özellikle de Fenerbahçe'nin ceza almasını isteyen rakip takım yöneticileri UEFA nezdinde girişim de bulundu mu? CAS sadece polis fezlekesini mi dikkate aldı? gibi sorular gündeme geldi, yanıtı arandı. Ama olan oldu
Fenerbahçe ve Beşiktaş gibi Türk futbolunun çınarları, taraftarının desteği, coşkusu ve özverisi ile bu zor günleri de atlatacak, Avrupa'daki zaferlerine yeniden imza atacaktır. Aldırma Fener Aldırma Kara Kartal, bu kötü günler de geçer.
Avrupa Şampiyonlar Ligi'ndeki temsilcimiz Galatasaray ile UEFA Avrupa Ligi'nde mücadele edecek Trabzonspor, ülke futbolu adına bu yıl daha fazla sorumluluk üstlenmek zorunda. Galatasaray ve Trabzonspor'un başarıları, bir üst tura yükselmeleri, UEFA ve CAS tarafından Türk futboluna reva görülen haksızlığa tokat gibi bir yanıt olacak.
Tüm sporseverler gibi, (Trabzonsporlu yöneticilerin kışkırtıcı açıklamaları, tavırlarına karşın) Fenerbahçe taraftarı ile Beşiktaş taraftarının Cim Bom ve Trabzonspor'u Avrupa'da sonuna dek destekleyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
FİFA listelerinde sürekli gerileyen, adı bile duyulmayan ülkelerin gerisinde kalan Türk futbolunun yeniden o görkemli günlere dönmesi, başarısı, ayağa kalkması için birliğe, beraberliğe, kenetlenmeye öyle çok gereksinimimiz var ki...
27 Ağustos 2013 Salı
Doktor Sami
Sevgi ve saygısından ötürü halk ona 'Doktor Sami'' lakabını takmıştı. Memleketi Fatsa başta olmak üzere, görev yaptığı Kumru halkı, tüm Ordulular ona saygılarını 'Doktor Sami' veya 'Sami Ağabey' şeklinde hitap ederek gösteriyordu.
Bu saygı aslında, 'Doktor Sami'nin yardımseverliği, sevecen yaklaşımı, halkın sorunlarıyla yakından ilgilenmesi, mütevaziliği ve en önemlisi kapısının sonuna dek vatandaşa açık olmasından kaynaklanıyordu.
Yanılmıyorsam 1975 yılında görev yaptığı Kumru'da komşuyduk. Zaten Anneannemin Fatsa Sakarya Mahallesindeki evi de 'Doktor Sami'nin annesi Halide Hanım teyzenin evi ile karşı karşıyaydı. Anneannem Zehra Erkumru ve annem ile aynı mahallede iyi komşuluk ilişkilerini yıllarca sürdürdüler. O yıllardaki komşuluk ilişikileri şimdiki gibi değildi.
Kimler yaşamıyorduk ki o mahallede. dava vekili Lütfü Saruhan ve eşi Sabıka Hanım teyze, Tombullar, Erişler ve adlarını anımsayamadığım Fatsa'nın yerli aileleri.
Kumru'daki evimizin önünden her geçişinde, ''Meziyet Abla annem seni bekliyor. Ne zaman bize gideceksin?' diye seslenmesi hala kulağımda çınlar.
Siyaset ve halk sevgisi onu TBMM'ye taşıdı. Milletvekilliği görevinde başta fındık olmak üzere, Karadeniz'in tüm sorunlarını Meclis kürsüsünde haykırarak, bu sorunların çözümü için gecesini gündüzüne kattı, yoğun uğraş verdi.
Üreticinin yaşadığı çileyi gündeme getirmek amacıyla, Başbakanlık önünde fındık çuvallarını yere fırlatması, bu görüntülerin medyada günlerce yer alması, tartışılması belleklere kazınmıştı.
Fındık üreticisinin sorunlarını gündeme getirmek, dikkat çekmek için bundan daha etkili bir eylem olamazdı.
'Doktor Sami'nin tutkusuydu, sevdasıydı Karadeniz. Bölgesine, halkına olan aşkı bir başkaydı. Karadeniz'e, halkına daha çok hizmetler yapacak, sorunların çözümü için yine gecesini gündüzüne katacaktı ama olmadı.
Kene gibi yapışan o illet hastalık, 'Doktor Sam'i yi en verimli, en olgun döneminde
ailesinden, halkından kopardı, sevenlerini üzüntüye boğdu.
Mekanın Cennet olsun 'Doktor Sami'. Bu halk seni, yardımseverliğini, güler yüzünü, hoşgörünü
hiç bir zaman unutmayacak. Işıklar içinde yat.
Bu saygı aslında, 'Doktor Sami'nin yardımseverliği, sevecen yaklaşımı, halkın sorunlarıyla yakından ilgilenmesi, mütevaziliği ve en önemlisi kapısının sonuna dek vatandaşa açık olmasından kaynaklanıyordu.
Yanılmıyorsam 1975 yılında görev yaptığı Kumru'da komşuyduk. Zaten Anneannemin Fatsa Sakarya Mahallesindeki evi de 'Doktor Sami'nin annesi Halide Hanım teyzenin evi ile karşı karşıyaydı. Anneannem Zehra Erkumru ve annem ile aynı mahallede iyi komşuluk ilişkilerini yıllarca sürdürdüler. O yıllardaki komşuluk ilişikileri şimdiki gibi değildi.
Kimler yaşamıyorduk ki o mahallede. dava vekili Lütfü Saruhan ve eşi Sabıka Hanım teyze, Tombullar, Erişler ve adlarını anımsayamadığım Fatsa'nın yerli aileleri.
Kumru'daki evimizin önünden her geçişinde, ''Meziyet Abla annem seni bekliyor. Ne zaman bize gideceksin?' diye seslenmesi hala kulağımda çınlar.
Siyaset ve halk sevgisi onu TBMM'ye taşıdı. Milletvekilliği görevinde başta fındık olmak üzere, Karadeniz'in tüm sorunlarını Meclis kürsüsünde haykırarak, bu sorunların çözümü için gecesini gündüzüne kattı, yoğun uğraş verdi.
Üreticinin yaşadığı çileyi gündeme getirmek amacıyla, Başbakanlık önünde fındık çuvallarını yere fırlatması, bu görüntülerin medyada günlerce yer alması, tartışılması belleklere kazınmıştı.
Fındık üreticisinin sorunlarını gündeme getirmek, dikkat çekmek için bundan daha etkili bir eylem olamazdı.
'Doktor Sami'nin tutkusuydu, sevdasıydı Karadeniz. Bölgesine, halkına olan aşkı bir başkaydı. Karadeniz'e, halkına daha çok hizmetler yapacak, sorunların çözümü için yine gecesini gündüzüne katacaktı ama olmadı.
Kene gibi yapışan o illet hastalık, 'Doktor Sam'i yi en verimli, en olgun döneminde
ailesinden, halkından kopardı, sevenlerini üzüntüye boğdu.
Mekanın Cennet olsun 'Doktor Sami'. Bu halk seni, yardımseverliğini, güler yüzünü, hoşgörünü
hiç bir zaman unutmayacak. Işıklar içinde yat.
18 Ağustos 2013 Pazar
Sarp'ta Kuyruk Çilesi
Tatilini Karadeniz'de geçirenlerin çoğunluğu Gürcistan'ın Batum kentini ziyaret eder. Batum'u ziyaret etmek neredeyse bir gelenektir.
Nüfus cüzdanı ile kolayca Gürcistan'a geçmek tatilciler tarafından artık kanıksandı.
Trabzon, Rize ve Artvin'deki Türk vatandaşlar her hafta soluğu burada alıyor. Bölge halkının Batum'daki kumarhanelerde oyun oynadığı, tüm kazançlarını burada kaybettiği belirtiliyor. Bu açıdan bakıldığında Batum'a geçişlerin kısıtlanması savunuluyor.
Bu geleneğe uyarak hem çok övülen Batum'u görmek, hem de alış veriş yapmak amacıyla, bayram sonrası Sarp Sınır Kapısı'na doğru yola çıktık.
Otomobil ile Görele'den Artvin ilindeki Sarp Sınır Kapısı'na yaklaşık 2.5 saatte ulaştık. Buraya kadar herşey olağandı.
Ancak, Sarp Sınır Kapısı'nda karşılaştığımız uzun araç kuyruğu şok etkisi yarattı. Özellikle TIR ve otomobilleriyle gelenlerin oluşturduğu kuyruk, abartmasız 5 kilometreyi aşıyordu.
Bir de buna harç ve polis kontrol noktasındaki kuyrukları eklediğinizde ortaya ürkütücü bir manzara çıkıyordu.
Gürcistan'ın yaz dönemi ile birlikte artan turizm potansiyelini gerekçe göstererek, oluşan araç yoğunluğunu azaltmak amacıyla TIR geçişlerine getirdiği sınırlama, uzun kuyruklara neden oluyordu.
5 kilometreyi aşan yaklaşık bin 500 araçlık TIR kuyruğunun oluştuğu kapıda günlerdir bekleyen sürücüler, otomobillerinin içinde kuyrukta bekleyen insanlar, yakıcı Güneşin altında adeta kavruluyor, uzun kuyruklara isyan ediyordu.
Karadeniz'in nemli havasında sıranın gelmesini bekleyen insanlar, ancak 4-5 saatlik bir bekleyişin ardından Gürcistan'a ulaşabildiler.
Türk polisinin hızlı çalışması ve sevecen yaklaşımına karşılık, Gürcistan polisinin kuyrukları görmezden gelerek, giriş yapanların fotoğraflarını çekmesi, işlemleri ağırdan yapması, azarlaması insanları çıldırma noktasına getirdi.
Tüm bu zorluklara karşın, saat 12'de geldiğimiz Sarp Sınır Kapısı'ndan 4 saatlik bir bekleyişin ardından 16.00'da Batum'a doğru yol alabildik. Batum'a vardığımızda ise Güneş batmaya hazırlanıyordu.
Batum bahsedildiği, övüldüğü kadar görülesi bir kent. Özellikle eski Sovyetler Birliği döneminden kalan tarihi binalar ve Türk firmalarının yapımını üstlendiği otel inşaatları Batum'a görsel bir zenginlik katıyor.
Bu arada özellikle elektronik cihazlar ile akaryakıtın Türkiye'ye göre ucuz olduğunu da belirtelim.
Eğer Sarp Sınır Kapısı'nda oluşabilecek uzun kuyrukları umursamazsanız, buyrun Batum'a. Ya da kuyrukların olmadığı kış mevsiminde gidin.
Türkiye'nin Gürcistan üzerinden Kafkas ülkelerine açılan kapısı konumundaki Sarp Sınır Kapısı'nda 5 kilometreyi aşkın oluşan kuyruk çilesinin bitmesi için gereken önlemler Gürcü yetkililerle görüşülerek hayata geçirilmeli.
Nüfus cüzdanı ile kolayca Gürcistan'a geçmek tatilciler tarafından artık kanıksandı.
Trabzon, Rize ve Artvin'deki Türk vatandaşlar her hafta soluğu burada alıyor. Bölge halkının Batum'daki kumarhanelerde oyun oynadığı, tüm kazançlarını burada kaybettiği belirtiliyor. Bu açıdan bakıldığında Batum'a geçişlerin kısıtlanması savunuluyor.
Bu geleneğe uyarak hem çok övülen Batum'u görmek, hem de alış veriş yapmak amacıyla, bayram sonrası Sarp Sınır Kapısı'na doğru yola çıktık.
Otomobil ile Görele'den Artvin ilindeki Sarp Sınır Kapısı'na yaklaşık 2.5 saatte ulaştık. Buraya kadar herşey olağandı.
Ancak, Sarp Sınır Kapısı'nda karşılaştığımız uzun araç kuyruğu şok etkisi yarattı. Özellikle TIR ve otomobilleriyle gelenlerin oluşturduğu kuyruk, abartmasız 5 kilometreyi aşıyordu.
Bir de buna harç ve polis kontrol noktasındaki kuyrukları eklediğinizde ortaya ürkütücü bir manzara çıkıyordu.
Gürcistan'ın yaz dönemi ile birlikte artan turizm potansiyelini gerekçe göstererek, oluşan araç yoğunluğunu azaltmak amacıyla TIR geçişlerine getirdiği sınırlama, uzun kuyruklara neden oluyordu.
5 kilometreyi aşan yaklaşık bin 500 araçlık TIR kuyruğunun oluştuğu kapıda günlerdir bekleyen sürücüler, otomobillerinin içinde kuyrukta bekleyen insanlar, yakıcı Güneşin altında adeta kavruluyor, uzun kuyruklara isyan ediyordu.
Karadeniz'in nemli havasında sıranın gelmesini bekleyen insanlar, ancak 4-5 saatlik bir bekleyişin ardından Gürcistan'a ulaşabildiler.
Türk polisinin hızlı çalışması ve sevecen yaklaşımına karşılık, Gürcistan polisinin kuyrukları görmezden gelerek, giriş yapanların fotoğraflarını çekmesi, işlemleri ağırdan yapması, azarlaması insanları çıldırma noktasına getirdi.
Tüm bu zorluklara karşın, saat 12'de geldiğimiz Sarp Sınır Kapısı'ndan 4 saatlik bir bekleyişin ardından 16.00'da Batum'a doğru yol alabildik. Batum'a vardığımızda ise Güneş batmaya hazırlanıyordu.
Batum bahsedildiği, övüldüğü kadar görülesi bir kent. Özellikle eski Sovyetler Birliği döneminden kalan tarihi binalar ve Türk firmalarının yapımını üstlendiği otel inşaatları Batum'a görsel bir zenginlik katıyor.
Bu arada özellikle elektronik cihazlar ile akaryakıtın Türkiye'ye göre ucuz olduğunu da belirtelim.
Eğer Sarp Sınır Kapısı'nda oluşabilecek uzun kuyrukları umursamazsanız, buyrun Batum'a. Ya da kuyrukların olmadığı kış mevsiminde gidin.
Türkiye'nin Gürcistan üzerinden Kafkas ülkelerine açılan kapısı konumundaki Sarp Sınır Kapısı'nda 5 kilometreyi aşkın oluşan kuyruk çilesinin bitmesi için gereken önlemler Gürcü yetkililerle görüşülerek hayata geçirilmeli.
15 Ağustos 2013 Perşembe
Buruk Zam
Hükümet ile yetkili konfederasyon Memur-Sen, 1 Ağustos'ta başlayan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde bir gecede anlaşarak, büyük bir sürprize imza attı.
Bugüne dek sürdürülen toplu iş sözleşmesi görüşmeleri dikkate alındığında, bu yılki görüşmelerin bir haftada sonuçlanması hem Türkiye Kamu-Sen ile KESK, hem de memurlar arasında şaşkınlık ve burukluk yarattı.
Toplu iş sözleşmesinin kısa sürede sonuçlanmasının hükümet tarafından memura 'bayram müjdesi' olarak duyurulmasına karşın, maaşlara yapılacak zamlara bakıldığında bunun hiç de müjde olmadığı görülecektir.
Toplu iş sözleşmesi Türkiye Kamu-Sen ile KESK'e son anda haber verilerek adeta 'yangından mal kaçırırcasına' bağıtlandı. Her iki konfederasyon, görüşleri ve talepleri dikkate alınmadan imzalanan sözleşmeye haklı olarak tepki gösterdi.
Toplu iş sözleşmesi masasına 2014 ve 2015 yılları için maaşlara 6'şar aylık dilimler halinde yüzde 6 zam talebiyle oturan Memur-Sen, hükümetin 2014'te taban aylıklara brüt 175, net 125 lira zam yapılması teklifini kabellenerek, talep ettiğini dahi alamadı.
Yapılan hesaplamalara göre, net 125 liralık zam 2014 için 6'şar aylık yüzde 4 zamma denk gelmektedir. 2015 yılı için ise yine yüzde 6 zam isteyen Memur-Sen, yüzde 3 artışı kabul ederek bu yıl için de istediğini alamamıştır.
Memur-Sen, toplu iş sözleşmesi masasında talebinde ısrarcı olsa, sözleşmeyi Kamu Görevlileri Hakem Kurulu'na taşısaydı belki de bu kadar tepki ile karşılaşmazdı.
AKP iktidarı ile birlikte üye sayısını hızla artıran Memur-Sen, bu yılki toplu iş sözleşmesi sınavında, talep ettiği zammın altındaki bir teklifi kabul ederek hiç de başarılı olamış, sınıfta kalmıştır.
Diğer konfederasyonların görüşü alınmadan toplu iş sözleşmesini 'Ben yaptım oldu, bitti' mantığı ile imzalamak hiç de etik olmadı.
Hükümete yakın durarak, üye sayısını artırmak Memur-Sen için doğal olsa da, diğer iki konfederasyonun görüşüne başvurmaması, ciddiye almaması sendikacılık anlayışı ile bağdaşmayan, sendikacılığın özüne bir davranış.
Umarım, Memur-Sen bundan sonraki toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde 3 milyona yakın memur ile 2 milyona yakın memur emeklisi adına sorumluluk taşıdığını hatırlar ve ona göre tavrını belirler. Memur-Sen/in bu yöndeki tavrını sürdürmesi, haklı olarak başta memurlar olmak üzere kamuoyunun tepkisi de sürecektir.
Anlaşma ile memur emeklilerinin maaşlarında 2014 yılında 150 lira artış olacak.
Memur-Sen 2014 yılı için yüzde 6+6, 2015 yılı için de 6'şar aylık yüzde 6, Türkiye Kamu-Sen ise her iki yılda da 6'şar aylık dilimler halinde yüzde 10 zam, KESK en düşük memur maaşının 2 bin 381 liraya yükseltilerek farklı maaşlara farklı oranlarda zam yapılması talebiyle toplu pazarlık masasına oturmuştu.
Memur ve emeklinin sorununun yüzde 3, yüzde 4 gibi düşük zamlarla çözümlenemeyeceğini, rahat bir nefes alamayacağını Memur-Sen artık görmeli, toplu iş sözleşmesi masasında bu anlayışla mücadele etmeli.
Memur, işçi ve emeklinin günümüz koşullarında daha iyi bir yaşam sürdürülebilmesi için, daha yüksek zamma gereksinim var. Düşük zamlarla bunu gerçekleştirmek hiç de olası değil.
Resmi Gazete'de 6 Temmuz'da yayımlanan istatistiklere göre, Memur-Sen'in 707 bin 652, Türkiye Kamu-Sen'in 444 bin 935, KESK'in de 237 bin 180 üyesi bulunuyor.
Bugüne dek sürdürülen toplu iş sözleşmesi görüşmeleri dikkate alındığında, bu yılki görüşmelerin bir haftada sonuçlanması hem Türkiye Kamu-Sen ile KESK, hem de memurlar arasında şaşkınlık ve burukluk yarattı.
Toplu iş sözleşmesinin kısa sürede sonuçlanmasının hükümet tarafından memura 'bayram müjdesi' olarak duyurulmasına karşın, maaşlara yapılacak zamlara bakıldığında bunun hiç de müjde olmadığı görülecektir.
Toplu iş sözleşmesi Türkiye Kamu-Sen ile KESK'e son anda haber verilerek adeta 'yangından mal kaçırırcasına' bağıtlandı. Her iki konfederasyon, görüşleri ve talepleri dikkate alınmadan imzalanan sözleşmeye haklı olarak tepki gösterdi.
Toplu iş sözleşmesi masasına 2014 ve 2015 yılları için maaşlara 6'şar aylık dilimler halinde yüzde 6 zam talebiyle oturan Memur-Sen, hükümetin 2014'te taban aylıklara brüt 175, net 125 lira zam yapılması teklifini kabellenerek, talep ettiğini dahi alamadı.
Yapılan hesaplamalara göre, net 125 liralık zam 2014 için 6'şar aylık yüzde 4 zamma denk gelmektedir. 2015 yılı için ise yine yüzde 6 zam isteyen Memur-Sen, yüzde 3 artışı kabul ederek bu yıl için de istediğini alamamıştır.
Memur-Sen, toplu iş sözleşmesi masasında talebinde ısrarcı olsa, sözleşmeyi Kamu Görevlileri Hakem Kurulu'na taşısaydı belki de bu kadar tepki ile karşılaşmazdı.
AKP iktidarı ile birlikte üye sayısını hızla artıran Memur-Sen, bu yılki toplu iş sözleşmesi sınavında, talep ettiği zammın altındaki bir teklifi kabul ederek hiç de başarılı olamış, sınıfta kalmıştır.
Diğer konfederasyonların görüşü alınmadan toplu iş sözleşmesini 'Ben yaptım oldu, bitti' mantığı ile imzalamak hiç de etik olmadı.
Hükümete yakın durarak, üye sayısını artırmak Memur-Sen için doğal olsa da, diğer iki konfederasyonun görüşüne başvurmaması, ciddiye almaması sendikacılık anlayışı ile bağdaşmayan, sendikacılığın özüne bir davranış.
Umarım, Memur-Sen bundan sonraki toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde 3 milyona yakın memur ile 2 milyona yakın memur emeklisi adına sorumluluk taşıdığını hatırlar ve ona göre tavrını belirler. Memur-Sen/in bu yöndeki tavrını sürdürmesi, haklı olarak başta memurlar olmak üzere kamuoyunun tepkisi de sürecektir.
Anlaşma ile memur emeklilerinin maaşlarında 2014 yılında 150 lira artış olacak.
Memur-Sen 2014 yılı için yüzde 6+6, 2015 yılı için de 6'şar aylık yüzde 6, Türkiye Kamu-Sen ise her iki yılda da 6'şar aylık dilimler halinde yüzde 10 zam, KESK en düşük memur maaşının 2 bin 381 liraya yükseltilerek farklı maaşlara farklı oranlarda zam yapılması talebiyle toplu pazarlık masasına oturmuştu.
Memur ve emeklinin sorununun yüzde 3, yüzde 4 gibi düşük zamlarla çözümlenemeyeceğini, rahat bir nefes alamayacağını Memur-Sen artık görmeli, toplu iş sözleşmesi masasında bu anlayışla mücadele etmeli.
Memur, işçi ve emeklinin günümüz koşullarında daha iyi bir yaşam sürdürülebilmesi için, daha yüksek zamma gereksinim var. Düşük zamlarla bunu gerçekleştirmek hiç de olası değil.
Resmi Gazete'de 6 Temmuz'da yayımlanan istatistiklere göre, Memur-Sen'in 707 bin 652, Türkiye Kamu-Sen'in 444 bin 935, KESK'in de 237 bin 180 üyesi bulunuyor.
29 Temmuz 2013 Pazartesi
Zam Pazarlığı Başlıyor
Hükümet ile memur sendikaları konfederasyonları 1 Ağustos'ta zam pazarlığı için toplu iş sözleşmesi masasına oturacak.
Grev hakkı içermeyen 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası uyarınca, Kamu İşveren Heyeti ile yetkili konfederasyon Memur-Sen başkanlığında Türkiye Kamu-Sen ve KESK temsilcilerinden oluşan Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti yaklaşık 3 milyon memur ile 2 milyon memur emeklisinin maaşlarına 2014 ve 2015 yıllarında yapılacak zam için kıran kırana pazarlığa başlayacak.
Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde maaş zammının yanı sıra, ekonomik , sosyal ve özlük haklar da masaya yatırılacak.
Hükümet ile memur sendikaları konfederasyonları arasında yürütülecek görüşmelerde uzlaşma sağlanamaması durumunda, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu devreye girerek, maaş zamlarını saptayacak.
Kendileri de kamu görevlisi olan kurulun bugüne değin belirlediği zamlar, memurun beklentilerinin altında kaldığından hep hayal kırıklığı ve burukluk yarattı.
Toplu pazarlık masasına Memur-Sen 2014 yılı için yüzde 6+6, 2015 yılı için de 6'şar aylık yüzde yüzde 6, Türkiye Kamu-Sen ise her iki yılda da 6'şar aylık dilimler halinde yüzde 10 zam talep ederken, KESK en düşük memur maaşının yoksulluk sınırı olan 3 bin 481 liraya yükseltilerek farklı maaşlara farklı oranlarda zam yapılmasını istiyor.
Türkiye Kamu-Sen, ayrıca memura dini bayramlar yılda iki kez bayram ikramiyesi, kalkınmada öncelikli yerlerde çalışan personel için mahrumiyet ödeneği de istiyor.Memur ve memur emeklilerinin maaşlarına yapılacak zammın belirlenmesinde kuşkusuz yetkili konfederasyon Memur-Sen'in takınacağı tavır etkili olacak.
Son yıllardaki üye artışı ile dikkatleri çeken ve geçen yıl bağıtlanan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde diğer sendikaların tepkisini alan Memur-Sen, yüzde 3, 4 gibi yetersiz zamların memuru hoşnut etmeyeceğini göz önünde bulundurmalı, toplu iş sözleşmesi masasında en azından talep ettiği yüzde 6 zamda ısrarcı olmalıdır.
Bu yıl enflasyonun öngörülenden daha yüksek olacağını belirtmekte yarar var.
Memur ve emeklinin sorununun yüzde 3, yüzde 4 gibi düşük zamlarla çözümlenemeyeceğini, rahat bir nefes alamayacağını Memur-Sen görmeli, toplu iş sözleşmesi masasında bu anlayışla mücadele etmeli.
Memur-Sen'in tavrı bir anlamda 3 milyon memur ile 2 milyon memur emeklisinin beklentilerine de yanıt olacaktır.
Hükümet ile Türk-İş arasında geçtiğimiz günlerde bağıtlanan toplu iş sözleşmesi ile 200 bin kamu işçisinin ücretlerine yüzde birinci yıl 4'er ve ikinci yıl yüzde 3'er zam yapılacak olması anımsandığında, memur ve emeklilerine de bu oranda veya 1 puan üstünde zam yapılacağını söylemek kahin olmayı gerektirmiyor.
Memur, işçi ve emeklinin günümüz koşullarında daha iyi bir yaşam sürdürülebilmesi için, daha yüksek zamma gereksinim var. Düşük zamlarla bunu gerçekleştirmek hiç de olası değil.
Umarım, memur ve emekli toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde umduğunu alabilir.
Resmi Gazete'de 6 Temmuz'da yayımlanan istatistiklere göre, Memur-Sen'in 707 bin 652, Türkiye Kamu-Sen'in 444 bin 935, KESK'in de 237 bin 180 üyesi bulunuyor.
11 hizmet kolunun 10'un da Memur-Sen'e bağlı sendikalar, 1 hizmet kolunda ise KESK' bağlı sendika yetkili.
Grev hakkı içermeyen 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası uyarınca, Kamu İşveren Heyeti ile yetkili konfederasyon Memur-Sen başkanlığında Türkiye Kamu-Sen ve KESK temsilcilerinden oluşan Kamu Görevlileri Sendikaları Heyeti yaklaşık 3 milyon memur ile 2 milyon memur emeklisinin maaşlarına 2014 ve 2015 yıllarında yapılacak zam için kıran kırana pazarlığa başlayacak.
Toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde maaş zammının yanı sıra, ekonomik , sosyal ve özlük haklar da masaya yatırılacak.
Hükümet ile memur sendikaları konfederasyonları arasında yürütülecek görüşmelerde uzlaşma sağlanamaması durumunda, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu devreye girerek, maaş zamlarını saptayacak.
Kendileri de kamu görevlisi olan kurulun bugüne değin belirlediği zamlar, memurun beklentilerinin altında kaldığından hep hayal kırıklığı ve burukluk yarattı.
Toplu pazarlık masasına Memur-Sen 2014 yılı için yüzde 6+6, 2015 yılı için de 6'şar aylık yüzde yüzde 6, Türkiye Kamu-Sen ise her iki yılda da 6'şar aylık dilimler halinde yüzde 10 zam talep ederken, KESK en düşük memur maaşının yoksulluk sınırı olan 3 bin 481 liraya yükseltilerek farklı maaşlara farklı oranlarda zam yapılmasını istiyor.
Türkiye Kamu-Sen, ayrıca memura dini bayramlar yılda iki kez bayram ikramiyesi, kalkınmada öncelikli yerlerde çalışan personel için mahrumiyet ödeneği de istiyor.Memur ve memur emeklilerinin maaşlarına yapılacak zammın belirlenmesinde kuşkusuz yetkili konfederasyon Memur-Sen'in takınacağı tavır etkili olacak.
Son yıllardaki üye artışı ile dikkatleri çeken ve geçen yıl bağıtlanan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde diğer sendikaların tepkisini alan Memur-Sen, yüzde 3, 4 gibi yetersiz zamların memuru hoşnut etmeyeceğini göz önünde bulundurmalı, toplu iş sözleşmesi masasında en azından talep ettiği yüzde 6 zamda ısrarcı olmalıdır.
Bu yıl enflasyonun öngörülenden daha yüksek olacağını belirtmekte yarar var.
Memur ve emeklinin sorununun yüzde 3, yüzde 4 gibi düşük zamlarla çözümlenemeyeceğini, rahat bir nefes alamayacağını Memur-Sen görmeli, toplu iş sözleşmesi masasında bu anlayışla mücadele etmeli.
Memur-Sen'in tavrı bir anlamda 3 milyon memur ile 2 milyon memur emeklisinin beklentilerine de yanıt olacaktır.
Hükümet ile Türk-İş arasında geçtiğimiz günlerde bağıtlanan toplu iş sözleşmesi ile 200 bin kamu işçisinin ücretlerine yüzde birinci yıl 4'er ve ikinci yıl yüzde 3'er zam yapılacak olması anımsandığında, memur ve emeklilerine de bu oranda veya 1 puan üstünde zam yapılacağını söylemek kahin olmayı gerektirmiyor.
Memur, işçi ve emeklinin günümüz koşullarında daha iyi bir yaşam sürdürülebilmesi için, daha yüksek zamma gereksinim var. Düşük zamlarla bunu gerçekleştirmek hiç de olası değil.
Umarım, memur ve emekli toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde umduğunu alabilir.
Resmi Gazete'de 6 Temmuz'da yayımlanan istatistiklere göre, Memur-Sen'in 707 bin 652, Türkiye Kamu-Sen'in 444 bin 935, KESK'in de 237 bin 180 üyesi bulunuyor.
11 hizmet kolunun 10'un da Memur-Sen'e bağlı sendikalar, 1 hizmet kolunda ise KESK' bağlı sendika yetkili.
27 Temmuz 2013 Cumartesi
İnsan mı Çöplük mü?
Oldum olası çok tartışılmış, insana ve çevreye verdiği zararla sürekli gündemde kalmış, haklı olarak tepkilerin odağı olmuştur.
İster vahşi depolama olsun, ister dönüşümü sağlayan Katı Atık Bertaraf Tesisi olsun halkın deyimi ile 'çöplük' insanın ve doğanın can düşmanıdır.
Yerleşim birimlerinden çok uzakta olması gereken çöplükler nedense, Yeşil Çevre örgütleri ile halkın tepkilerine karşın, sorumsuzca şehirlerin, beldelerin merkezlerine çok yakın yerlere kurulmuştur hep.
Buna en güzel örnek Hürriyet gazetesi yazarı Yalçın Bayer'in son günlerde ısrararla gündeme taşıdığı İstanbul Seyrantepe'deki çöp ve moloz dökülen alandır
Karadeniz halkı da tıpkı diğer bölgelerde olduğu gibi çöplüğe karşı mücadele etmekte, tepkisini göstermektedir.
Önce o güzelim Sürmene-Çamburnu'na kurulan vahşi çöp deposu doğayı kirletti, insanları adeta zehirleyerek, ölüme davetiye çıkardı.
Sürmeneli olan yönetmen Fatih Akın çektiği belgesel türdeki ''Cennetteki Çöplük'' filmi ile çöplüğün olumsuz etkisini ve zararını tüm çıplaklığı ile beyaz perdeye aktardı. Eğer bu filmi kaçırdıysanız. DVD'sinizi izleyerek tepkilere rağmen ısrarla yapılan çöplüğün doğayı, insanı nasıl katlettiğine ürperek tanık olabilirsiniz.
Çamburnu'nun ardından şimdi de Çavuşlu halkı beldelerine yapılan Katı Atık Bertaraf Tesisi'ne karşı mücadele veriyor.
Çavuşlu Çöplük Değil
Yeşili ile mavisi kadar ekmeği ile de tanınan Giresun'un Görele ilçesine bağlı Çavuşlu beldesi halkı, tamamalanmak üzere olan Katı Atık Bertaraf Tesisine karşı direnişini sürdürüyor.
Belde halkı, Ordu Bölge İdare Mahkemesi'nin iki kez aldığı yürütmeyi durdurma kararına karşın, Giresun Valiliği, Giresun Belediyesi ile İl Özel İdaresi'nin hukuku hiçe sayarcasına tesisin yapımını sürdürdüğünü belirtiyor.
Bilirkişi heyetleri ile Çevre ve Orman Bakanlığı'na bağlı Çevresel Etki Değerlendirme ve Planlama Genel Müdürlüğünün de tesisin yapımına ilşkin olumsuz görüş belirttiğini, buna rağmen inşaatın sürdüğüne dikkat çeken Çavuşlular:
''Ekmeği ve Asiye türküsüne konu olan turistik Sis Dağı ile tanınan beldemize yapılan çöp depolama sistemi görüşümüz ve hukuk kararları dikkate alınmadan adeta dayatma ile yapılıyor. Denize 700 metre uzaklıkta, beldenin içme suyunu sağlayan şebekenin kıyısına yapılan tesis faaliyete geçtiğinde , içme suyumuzu zehirleyeceği gibi, denizi kirletecek, buradaki tüm canlıları da yok edecektir'' diyerek hukuk tanımaz tavıra tepkilerini dile getiriyor.
Yıllar önce patlayan Çernobil santralindeki nükleer sızıntı nedeniyle bölge halkında kanser hastalığının arttığına dikkat çeken Çavuşlulular, Katı Atık Bertaraf Sistemi'nin faaliyeti ile birlikte insanların sağlığının yeniden tehdit altına gireceğini, kanser vakalarının yeniden artış göstereceğine dikkat çekiyorlar.
Yerli, yabancı turistlerin ilgi odağı Sis Dağı'nın eteklerine kurulan çöp depolama tesisindeki atık suların ünlü Çavuşlu ekmeğinin yapıldığı içme suyunu sızarak kirleteceğini belirten Çavuşlular;
''Çöp deposuna olan tepkimizi, bundan önce Samsun-Trabzon sahil yolunda ulaşımı iki kez durdururarak göstermiştik. Gerekirse ulaşımı yine durdururuz.Beldemizde görüşümüz alınmadan, yargı kararları görmezden gelinerek yapılan çöplüğü istemiyoruz. Çavuşlu halkı çöplük yerine turizm yatırımları istiyor. Başta hükümet olmak üzere tüm siyasetçiler ve yetkililere bir kez daha haykırıyoruz, 'Çavuşlu Çöplük Değildir'. Çavuşlu'yu çöplük olarak görenlere seçimlerde oylarımız ile gereken yanıtı vereceğiz.''diye tepkilerini dile getiriyor.
Neden belde halkının tepkileri, hukuk kararları dikkate alınmaz, neden belde merkezine uzak olması gereken çöplük, beldeye çok yakın yere kurulur?. Nedir bu ısrar. Hiç bir şey insan yaşamından değerli değil.
20 Temmuz 2013 Cumartesi
Karadeniz Kurudu
Yeşil ile mavinin harman olduğu muhteşem doğası, fındığı kadar balığı ile de ünlüdür Karadeniz.
Yeşile bürünmüş doğası, damaklarda unutulmaz tat bırakan fındığı ve iştahları kabartan balığı, Karadeniz'in olmazsa olmazı, birbirini tamamlayan üçlüsüdür.
Ne varki, Karadeniz'in simgesi sayılan bu üçlüden önce yeşil doğa, yamaçlara plansız, projesiz gelişigüzel yapılan çirkin, sıvasız binalardan etkilendi, güzel yeşil örtüde birer ucube gibi yerini aldı o binalar.
Ardından, dağlık birimler yerine kıyıdan ulaşıma açılan Karadeniz Sahil Yolu (yapılması zorunlu idi) indirdi ikinci darbeyi Karadeniz'e..
Kıyıdaki o güzelim koylar, kayalarla doldurularak güzelliğini, görkemli görüntüsünü yitirdi, adeta yok olup gitti.
Coşkulu akan, berraklığı ve sesi ile insanı dinginleştiren o güzelim dereler, bölge halkının direnişine karşın ısrarla yapılan Hidro Elektrik Santralleri (HES) nedeniyle kurudu, tatlı su balıklarının nesli tükendi.
Üreticinin temel tarım ürünü, tek geçim kaynağı fındık hak ettiği değeri bulamadı, yıllardır üreticiyi boynu eğik bıraktı.
Şimdi de deniz kurudu, Karadeniz neredeyse eski bereketini kaybetti.
Önceleri bolca avlanan, hem balıkçı, hem de tüketicinin yüzünü güldüren hamsi, mezgit, istavrit, palamut, barbun, kefal, lüfer, kalkan, çinekop balıkları elini ayağını çekti, uzaklaştı Karadeniz'den.
Başta hamsi olmak üzere Türkiye'nin balık ihtiyacını karşılayan Karadeniz, şimdi bölgenin bile ihtiyacını karşılayamayacak duruma geldi, balıkçıların dediği gibi neredeyse kurudu Karadeniz.
Ağız tadı ile yediğimiz, tezgahlarda zevkle izlediğimiz, soframızdan eksilmeyen o lezzetli balıkları bulabilmek artık çok zorlaştı.
Hamsi ve balık ile özdeşleşen Karadeniz, eski bereketini yitirdi, tekneler eli boş dönmeye başladı.
Av yasağının sürdüğü bugünlerde sandalları ile denize açılan amatör balıkçıların livarları bile dolmuyor artık.
Ankara, İstanbul ve diğer kentlerden tatil için gelen balık tutkunlarının hevesleri kursaklarında kaldı.
Niye Karadeniz balık vermiyor, neden böyle oldu? Balıkçısından bölge halkına herkes bu soruya yanıt arıyor.
Karadeniz'i elinin içi gibi tanıyan, yıllarını denizlerde geçiren usta kaptan ve balıkçılar, bereketsizliğin temel nedeninin trol ile avlanma olduğunu belirtirken, trol avcılığının balık yuvalarını dağıttığını, yavruların büyüyemediği görüşünde.
Usta balıkçılar, trol avcılığının acilen belirli süre yasaklanması gerektiğini bildiriyor.
Salyangoz avının da balıkları olumsuz etkilediğine dikkat çeken kaptanlar, çevresel etkilerin denizleri kirlettiğini, bunun balıkların yetişmesine olumsuz yansıdığını ifade ediyor.
Karadeniz'in o bereketli günlerine dönebilmesi için, kaptanların uyarılarını dikkate almak, hatta bazı yaptırımları uygulamak, düzenlemeler getirmek kaçınılmaz gibi görülüyor.
Damaklarda tat bırakan, görüntüsü ile insanları büyüleyen o güzel balıklara yeniden bolca kavuşabilmek, en büyük özlemimiz.
15 Temmuz 2013 Pazartesi
İyi Ki Medya Var
Türkiye, yaklaşık iki aydır neredeyse Taksim Gezi Parkı protestosu ve sonrasındaki olaylara kilitlendi.
Bu protesto gösterilerinde ne yazık ki 5 kişi yaşamını yitirirken, 15 kişi gözünü kaybetti, yüzlerce kişi de yaralandı.
Beş kişinin ölümü büyük üzüntü yaratırken, bu ölümlerin failleri biri dışında henüz belirlenemedi.
Ne olduğu bilnmeyen eli palalı kişilerin, hangi yetkilerle gösterici gruba saldırması ise bir başka düşündürücü, kaygı verici olaydı.
Kamuoyu günlerdir bu olayları ve saldırıları tartışıp, sorgularken, yandaşların dışındaki medyanın (gerçi ilk başta duyarsız kaldılar) sorumlu, duyarlı yayıncılığı bu üzücü olayların, gündemde kalmasını sağladı, unutturulmasını engelledi.
Medyanın sorumlu yayıncılığı ile Ethem Sarısülük ve Ali İsmail Korkmaz'ın öldürülmeleri, palalı adamların saldırıları saniye saniye ekranlara taşındı, manşetlerde yer buldu.
Çok eleştirilmesine rağmen, demokrasinin dördüncü gücü olan basının bu sorumlu yayıncılığı olmasaydı, Türkiye bunları öğrenemeyecek, palalı saldırganlar tarihin tozlu sayfalarında unutulup gidecekti.
Eleştirsek de, kızsak da basının gücü bir kez daha görüldü. İyi ki varsın medya.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)