Sayfalar

28 Kasım 2013 Perşembe

Kumru ve Hocazade Ailesi

Yılmaz Biçer’in görev yaptığı Kumru’ya ilişkin anılarını kaleme aldığı ‘’Acemi Savcı’’ kitabını zevkle okurken, Hocazade ailesi ve Kumru halkından övgü ile bahsetmesinden hem büyük keyif aldım, hem de onur duydum.
İkamet ettiği Çanakkale’de 2 Ekim 2013’te yaşamını yitiren merhum savcı Yılmaz Biçer, kitabında 1964'te ilk atandığı Ordu'nun Kumru ilçesinde dört yıllık görevi süresince yaşadıklarını, ilçe halkını, özelikle benim de sülalem olan Hocazade ailesinin konukseverliğini, yardımseverliğini öyle güzel anlatmış ki.
‘’Acemi Savcı’’da övgü dolu sözleri okudukça gözlerim doldu, küçük ilçede paylaşımı, yardımseverliği, konukseverliği, alçak gönüllüğü büyük olan Kumru halkı ve Hocazade ailesinin bireylerine ilişkin anılarım tazelendi.
Yılmaz Biçer kitabında, rahmetli Belediye Başkanı Kemal Kumru, Mithat Kumru, Mehmet Kumru, Cengiz Kumrulu, Zeki Kumrulu, Cemal Kumru ile nüfus müdürü Hamdi Işık, Akif ve Atıf Paycı kardeşler, İsmet Açan, marangoz Fahris Bul, sinemacı Ahmet Aksoy ve diğer ilçe halkından övgü ile söz ederek, Hocazade ailesi için de ‘’Hocazadeler geniş bir aileydi. Kumru’nun çekirdeğini oluşturan, güngörmüş ama halka tepeden bakmayan insanlardı’’ tanımlamasıyla bu ailenin hakkını teslim etmiş.
Kumru’nun 1960’larda küçük, yeşil doğası, içinden akan Elekçi Irmağı, altı dükkan olan tek katlı evleriyle İsviçre’nin kasabalarına benzediğine kitabında vurgu yapan Biçer, beraber görev yaptığı Kaymakam Yaşar Cankoçak’tan da övgü ile bahsediyor.
Bu yıl kaybettiğimiz Yaşar Cankoçak’ın kendi görüşleri doğrultusunda tüm öğretmenlere kitap sevgisini aşılmaya yönelik girişimlerini anlatan merhum savcı, Kaymakam Cankoçak’ın eşi, günümüzün ünlü şairi Gülten Akın Cankoçak ile yaşadığı olumsuzluğu anlatırken,  duyduğu üzüntüyü belirtmekten kaçınmamış.
Biçer ‘’Acemi Savcı’’da sadece Hocazade ailesini değil, birlikte görev yaptığı yargıçlar Turhan Başarır, Halil Başbabası, Ahmet Sezen, doktor Nural Aygün, mahkemelik olduğu astsubaylar, simsar Mustafa Eydi, kiracısı olduğu Aziz Yahşi ve beraber otopsiye gittikleri adliye görevlisi Atıf Salgut’a ilişkin gözlemlerini anlatmış.
Kumru'nun doğal güzelliklerinin yanı sıra, ilçe halkının fotoğrafını çekmiş, halkın temel ürünü kostili (patates) kendine özgü üslubu ile tanıtmış
Rahmetli Biçer’in de kitabında vurguladığı gibi, 1960, 1970, hatta 1980’lere dek Kumru ve Hocazade ailesi bir bütünün ayrılmaz birer parçası gibiydi.
Kumru, o yıllarda yeşil doğası, Elekçi Irmağı, gösterişten uzak evleri, Kara Mehmet Yurdu,Kayabaşı,Ponkurt Gölü, Ercek Yaylası gibi güzellikleriyle, fındık, mısır ve patates tarlaları ile küçük ama çok şirin bir ilçeydi.
İlçe halkı bugünkü gibi birbirine yabancı değil, daha içten, samimi duygularla dosttu, arkadaştı, komşuydu, akrabaydı.
Kumru da zaman içinde çirkin yapılaşmadan etkilendi, o güzelim tek veya iki katlı sevimli evlerin yerini, dikey, göğe doğru uzanan beş altı katlı apartmanlar aldı.
Tıpkı tek katlı evler gibi, o içtenlik, samimi duygular, konukseverlik yıllar geçtikçe azaldı, yok oldu, halk birbirine yabancılaştı.
Annemin memleketi (Hocazade Cemal Erkumru’nun kızı) Kumru’yu her yıl ziyaretimde bu plansız ve çirkin yapılaşmanın Türkiye’nin her yanında olduğu gibi, gün geçtikçe arttığına tanık oluyorum.
O güzelim, dar ve uzun Kumru caddeleri, çok katlı binaların varlığından neredeyse gün ışığını göremez hale gelmiş. Sanki Kuzey ülkelerinin kasabası gibi.
-Dost Canlısı Aile-
Tıpkı Kumru gibi, yardımsever, can dostu Hocazade ailesi de solan yaprak misali birer birer evlatlarını kaybederek, ilçede yok olmaya doğru gidiyor.
İlçeye can veren, halkın toprak, ev sahibi olmasına katkıda bulunan, dara düşenin yanında yer alan, en önemlisi yardımseverliği ile Kumru’nun dışında da adı bilinen, bu köklü ailenin bireyleri, vefatların yanı sıra başka kentlere göçten ötürü ilçede çok az sayıda kaldı.
Her yıl Kumru’yu ziyaret ettiğimde bunu açıkça görüyor, Hocazade ailesinin ben de çok emeği olan büyüklerinin vefat haberlerini öğreniyor, üzülüyorum.
İlçede Hocazade ailesini artık Yekta-Şenol Aydın, Halit-Süleyman- Fuzuli Kumru kardeşler, Demirhan Çetik, Şuayip Efendiler, Kemal-Cezmi Kumru kardeşler, Sırrı Kumrulu, Birol Kumral, Mehmet Kumral, Cemalettin-Kemalettin Kumru kardeşler, Atıf-Macit Paycı ve adlarını anımsayamadığım diğerleri temsil ediyor.
Kumru’nun yerli ve köklü ailesi neredeyse bir elin parmakları kadar kaldı, ilçede azınlığa düştü.
Kuşkusuz Hocazade ailesinden hoşnut olmayan, sevmeyenler de var. Ancak, Yılmaz Biçer’in de kitabında önemle altını çizdiği gibi, ilçenin bu köklü ailesinden, istisnalar hariç kimseye zarar gelmedi, aksine her kişi ve kesime katkısı oldu.
Hocazade ailesi yardımseverliği, kapısının herkese açık olması, sofralarının bolluğu ile tanınır, öyle de bilinir. Bu gerçeği hiç ama hiçbir karalama, hiçbir iftira saklayamaz, üstünü örtemez. Altın çamura düşse de değerinden bir şey yitirmez. Hocazade ailesi de tıpkı bunun gibidir.
Merhum Yılmaz Biçer’in kitabını okuyunca, ailenin bir ferdi olarak bunları dile getirmeyi kendime borç bildim.
Eğer 1960’ların Kumru yaşamını, halkını, Hocazade ailesini yakından tanımak istiyorsanız Yılmaz Biçer’in ‘’Acemi Savcı’’ kitabını bir zahmet edinip, okuyun.
Bu güzel kitabı yazan, yardımsever aileye hakkını teslim eden, Biçer’e de Allah’tan rahmet diliyorum. Nur içinde yatsın.

22 Kasım 2013 Cuma

Dershane Açmazı

Her ne kadar ‘’Dershaneler kapatılmayacak, özel okula dönüştürülecek’’ açıklamaları yapılsa da, hükümet dershanelerin faaliyetine son verilmesinde kararlı görünüyor.

Dershanelerin sistemin ve yetersiz eğitimin sonucu olduğu gerçeği yadsınamaz. Okullardaki yetersiz eğitimin tamamlayıcı unsuru olarak yıllardır faaliyette bulunuyorlar.

Okullarda yetersiz, niteliksiz, sınırlı eğitim alan, tek amacı üniversitelere girip yüksek öğrenimini tamamlamak olan öğrenci ve aileleri, kıt bütçelerini zorlayarak dershanelere can simidi gibi sarılıyor.

Çok büyük rantın döndüğü binlerce dershanede öğrenciler hafta sonu tatilini yapamadan, gençliklerini yaşayamadan, tek düze bir yaşam ile iyi bir üniversiteye kapağı atabilmek için yarış atı gibi koşturup duruyor.

Bu arada, dershanelerin öğrencinin özverisini göz ardı edercesine, tişört giydirip bunu reklam malzemesi olarak kullanması, başarıyı tek başına üstlenmesi de hiç şık değil.

Okullarda yeterli sayıda, her branşta öğretmeni istihdam eder, bu okulları alt yapıları ile çağdaş kurumlara dönüştürür, köklü bir eğitim reformunu gerçekleştirirseniz, sistem ürünü dershanelere gereksinim duyulmaz.

Ancak öğretmensizlikten boş geçen dersler, alt yapıdan yoksun, bilgiye, araştırmaya yönelik derslikleri bulunmayan ve en önemlisi yetersiz, niteliksiz, yüzeysel eğitim verilen çok sayıda okullar göz önüne alındığında, dershanelerin zorunluluğu ortaya çıkmakta.

Binlerce öğretmen adayı atama için sırada bekleyip, gözyaşı dökerken, dersler öğretmensizlikten yapılamazken, salt dershaneleri suçlamak, kapatmaya kalkışmak gerçeğin üstünü örtemez.

Dershaneleri kapatarak özel okullara dönüştürseniz de, bu temel koşulları yerine getiremezseniz, bu kez öğrenciye ucuz ücret karşılığı kurs veren merdiven altı, kayıt dışı dershanelerin yolunu açarsanız.

Dershanelerin kapatılması varlıklı ailelerin çocuklarını etkilemez. Onlar özel hoca ile evlerinde üniversite sınavına hazırlanır, eğitimini alır.

Olan yine yoksulun çocuğuna olur, yine onlar sınav maratonuna geride başlar, başarı düzeyi aşağıda kalır. Hoş işsizlik bu kadar yaygınken iyi bir üniversiteyi bitirseniz neye yarar?

Dershaneler kapatılırken, bundan mağdur olacak en büyük kitle kuşkusuz, öğrenciler kadar öğretmenlerle burada istihdam edilen personeldir.

Devlet okullarına atanamayan, burada verdikleri ders karşılığında aldıkları ücretle yaşamını sürdüren öğretmenler ile personelden oluşan yüz bin kişinin geleceği ne olacak?

Sanırım dershaneler kapatılırken, bu kitlenin mağduriyetini giderecek önlemler alınacaktır. En azından buradaki öğretmenlerin devlet okullarına atamaları yapılarak, hem mağduriyetleri önlenir, hem de boş kadrolar doldurulur.

Hükümetlerin öncelikli görevi, öğretmen açığını kapatarak, radikal eğitim reformu ile okulları birer bilim yuvasına dönüştürmek, öğrencileri çağdaş eğitim ile üniversitelere, hayata hazırlamaktır. Ama bu anlayışla bu gerçekleşir mi? Doğrusu çok umutlu değilim.

14 Kasım 2013 Perşembe

Yüksek Tansiyon

Önce AKP’li 5 kadın milletvekilinin türbanla TBMM Genel Kurulu’na katılması, ardından Başbakan’ın öğrenci evlerine ilişkin açıklamaları ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın da bu açıklamalara Belgrad’tan dozu hayli sert karşı açıklamaları.

Son 20 gündeki üç önemli gelişmeden ötürü Türkiye’nin tansiyonu bir anda yükseldi, hükümet içinden ilk kez Başbakan Erdoğan’a bu denli sert eleştiriler geldi.

Hac görevini yerine getiren kadın milletvekillerinin TBMM Genel Kurulu’na türbanla girmelerine yönelik haberlerin yayılması ile siyasette ve toplumda tartışmalar yoğunlaşırken, kamuoyunda günlerce birbirinden farklı yorumlar yapıldı.

Kamuoyunda oluşan gerilim, CHP’nin sağduyulu yaklaşımı, istismara prim tanımayan tutumu, Şafak Pavey’in Genel Kuruldaki muhteşem konuşması ile önlendi. Yani, bu konuda siyasi rant kazanma amacında olanların beklentisi bir anlamda boşa çıkarıldı.

Bugüne değin Meclis kürsüsüne yemin etmenin dışında bir kez çıkmayan, kamuoyunun bildiği, anımsadığı bir yasa önergesi vermeyen bu kadın milletvekillerinin inançları gereği amacına ulaştığı, kendileri ve siyasi görüşleri doğrultusunda zafer kazandıkları söylenebilir.

Meclis’e türbanla girmeyi, ‘’Türbanla girdiler de ne oldu, kime ne zararı dokundu’’ olarak değerlendirenler oldu. Eğer Meclis’te o gün bir kavga olmadıysa, çatışma yaşanmadıysa , bunda yukarıda bahsettiğim gibi, CHP’nin basiretli, olumlu yaklaşımı etkili oldu.

Ancak olaya bir de bir de farklı baktığınızda, değerlendirdiğinizde, böyle bir girişimin, türbanla Meclis Genel Kurulu’na katılmanın, kılık kıyafet özgürlüğünden çok, bir siyasi simgenin orada temsil edilmesi, topluma mesaj verilmesi olarak algılayabilirsiniz.

Kimsenin kılık kıyafetine karışmak haddime değil, herkes nasıl istiyorsa öyle giyinsin, başına türban da taksın. İtirazım bu giyim tarzının siyasi simge olarak kullanılması, topluma bu yönde yapılan dayatma girişimlerinedir.

Mütedeyyin, namazında niyazında başını eşarp ile örten, anamız, bacımız, komşumuz acaba yarın, ‘Sen de türban tak’’ denilerek bir mahalle baskısı ile karşılaşır mı? Türban özgürlüğü kadar, başını örtmeyenlerin özgürlüğü de güvence altına alınacak mı?

Türban takan milletvekilleri kendi inançları için verdikleri mücadeleyi başı açık olan hem cinslerinin inançları için de verirler mi?

-Öğrenci Evleri-

Bu olayın tartışması bitmeden Başbakan Erdoğan’ın ‘’Öğrenci Evlerine’’ ilişkin açıklamaları gündeme bomba gibi düştü, hükümette kriz yarattı.

Erdoğan, kız ve erkek öğrencilerin bir evde kalmaları konusunda başta aileleri olmak üzere, komşular tarafından kendilerine şikayetler geldiğini, bu şikayetler doğrultusunda gerekirse yasal yaptırımlara gidebilecekleri mesajını verdi.

Türkiye neredeyse Başbakan’ın hükümeti içinde kriz yaratan bu açıklamalarına kilitlendi, konuyu her zeminde tartışır oldu.

Bu sözler parti içinden yalanlansa da, Başbakan sözlerinin arkasında inatla durdu. Elbette hiçbir aile çocuklarının kız- erkek bir arada, bir evde oturmasını, ikamet etmesini istemez.

Kendi anlayışları, fikirleri doğrultusunda böyle bir yaşamı benimseyen öğrencilerin dışındaki öğrencilerin de kızlı erkekli bir arada, bir evde kalacaklarını sanmıyorum.

Esas irdelenmesi gereken öğrenciler neden böyle davranmak zorunda kalıyor, neden ortak bir evde ikamet ediyor?

Yetersiz yurtlar, ailelerin parasal kaynaklarının kıt olması, öğrencileri bir arada kalmaya itiyor. Üç-beş öğrenci bir araya gelerek ortak bir ev kiralıyor, öğrenimlerini sürdürüyor. Bizler de öğrencilik yıllarımızda arkadaşlarla birlikte kalır, ailelerimizin gönderdiği paralarla kirayı ortak öderdik.

Yurtlarda yeterli sayıda yatak olsa öğrenciler daha ucuz olan buraları tercih etmez mi? Ama yok. Eğer bu evlerden yakınıyorsanız, onlara daha rahat, daha sıcak odaları içinde barındıran yurtlarda kalmasına zemin hazırlarsınız.

Durum bu iken, Gezi direnişinin baş aktörleri öğrenci kitlesinden rövanş alır gibi öğrenci evlerine kuşku ile yaklaşmak, bu evleri terörist yuvası olarak yaftalamak, çıkarılacak yasalarla gençleri zaptı rapt altına almak, toplumu daha da gerer, demokrasi çıtamızı aşağıya çeker.

İddia edildiği gibi eğer bu evlerde uygunsuz davranışlarda bulunuluyor, bu evler birer terörist yuvası ise her bireyi attığı adımdan, aldığı nefesten yatak odasına kadar izleyebilen devlet, bunları da yakalar, adalet önüne getirir. Ama tüm öğrenci evlerini bu yaftalamaya sokarsanız hiç de doğru olmaz.

Gençler bu ülkenin yarını, geleceğidir, ne olur onlara birer potansiyel suçlu gibi bakmayalım.

İşte bu aşamada da, Bülent Arınç’ın açıklamaları bir uyarı niteliğinde idi. Arınç’ın açıklamalarına bakılırsa, AKP içinde, Başbakan’ın açıklamalarından rahatsızlık duyan bakanlar ve çok sayıda milletvekili de var.

İyice gerilen bu ortamda, başta Arınç olmak üzere partili partisiz kişi ve kurumların uyarılarını dikkate almak, ‘’Ben yaptım oldu bitti’’ mantığını bırakmak, gerilimin azalması, tansiyonun düşürülmesine yardımcı olacaktır. Ülkenin de buna acil ihtiyacı var.

3 Kasım 2013 Pazar

Emekli Bunu Hak Etmiyor

Emekli aylardır bir aylık tutarında promosyon haberleri ile umuda sokuldu, beklentisi yüksek tutuldu.
On milyonu aşkın emekliye yılda 122 milyar lira aylık ödeyen SGK’nın, ödemelerin yüzde 80’nini gerçekleştiren bankalarla yaptığı görüşmelerden bu umudun tükendiği anlaşılmakta.

Çalışanlar gibi emekliye de yılda bir maaş tutarında promosyon ödenmesini isteyen SGK’nın bu talebine ne yazık ki bankalar olumlu bakmadı.
Kamuoyuna yansıyan haberlere göre, bankalar emekliye ancak aylık 6 lira ödemeyi kabul edebileceklerini belirtmiş. Yani yüksek tutulan beklentiler gerçekleşmedi, deyim yerinde ise ‘’Dağ Fare Doğurdu’’.
Aylarca büyük beklenti içine sokulanemekliler aylıklarındaki artışta olduğu gibi promosyonda da hayal kırıklığına uğradı.
Emekli zaten alışmış hayal kırıklığı yaşamaya, buna da alışır. Ancak kendini büyük beklentiye sokup bunu gerçekleştiremeyenleri,bir parmak balı bile fazla görenleri, hevesini kursağında bırakanları asla unutmaz.
Aileleri ile birlikte otuz milyonluk bir kitleyi oluşturan emekli umarım bundan gerekli çıkarımı alıp, ona göre tavrını belirler.  
Ne olur bundan sonra emeklilerin beklentilerini yüksek tutmayın. Aldıkları düşük aylıklarla onurlu bir şekilde yaşamlarını sürdüren, emeğini ülkenin kalkınması, ekonominin büyümesi için harcamış bu kitleyi daha fazla hayal kırıklığına uğratmayın, daha fazla üzmeyin.

Bu Sevda Bitmez

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük emaneti olan Cumhuriyet’in 90. yılında yurttaşlar yine alanları doldurdu, bu kutsal emaneti sahiplendiğini bir kez daha dünyaya tüm içtenliği ile gösterdi.
Ulu Önder’in kahraman arkadaşları ile emperyalistlere karşı kazandığı zaferin ardından kurduğu Türkiye Cumhuriyeti bu yıl 90.yaşını kutladı.
Çeşitli saldırılara, yıpratmalara karşın dimdik ayakta duran Türkiye Cumhuriyeti’ne yurttaşlar bu yıl daha çok sahip çıktı, yurdun dört bir yanında caddelerden sevgi seli aktı,alanlar kırmızı beyaz bayraklarla donatıldı.
Bir eline bayrağını, bir eline çocuğunu alan yurttaşlar, attıkları sloganlar, söylediği marşlarla, bir Cumhuriyet tutkunu, Cumhuriyet sevdalısı olduğunu adeta haykırdı.
Ne kadar örselense, saldırıya uğrasa da Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti sayesinde kulluktan vatandaşlığa geçen, özgür birey olan, Cumhuriyet ilkeleri ile çağdaş bir yaşam olanağına kavuştuklarını unutmayan insanlarımız, aydınlık için yürüyerek, fener alaylarına katılarak, Cumhuriyet’in yılmaz bekçileri olduğunu cümle aleme gösterdi.
Halkın laik Cumhuriyet’e bağlılığı, tutkusu, sevdası gözlerimizi yaşartırken, hala Cumhuriyet’in niteliklerini ayırt edemeyenlerin, bu rejimin sağladığı olanaklarla Cumhuriyetimize ve Atatürk'e saldıranların ‘’Başlarını iki ellerinin arasına alıp’’ kendilerini sorgulamaları gerekir
Her geçen yıl vatandaş Cumhuriyetine daha fazla sahip çıkıyor, alanlar daha fazla doluyor, balkonlara asılan bayraklar çoğalıyor, coşku daha da artıyor, Cumhuriyet bilinci daha fazla yaygınlaşıyor.
Cumhuriyet, demokrasidir, çağdaşlıktır, bağımsızlıktır, daha iyi bir yaşamdır, en önemlisi karanlıktan kurtulup aydınlığa çıkmaktır.
İşte bu nedenlerden ötürü vatandaş her geçen yıl Atatürk’ün emaneti Cumhuriyeti’ne daha fazla sahip çıkıyor, alanları doldurup hep bir ağızdan bu sahiplenmeyi dile getiriyor.
Cumhuriyet ve değerlerine saldırılar, karalamalar artsa da, vatandaşın bu Cumhuriyet sevdası, tutkusu hiçbir zaman bitmeyecek, aksine artacaktır. Çünkü bizim başka Cumhuriyetimiz yok.