Sayfalar

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Bu Düşmanlık Niye?


Bir futbol sezonu daha kıran kırana geçen maçlar sonucu Galatasaray’ın şampiyonluğu, Fenerbahçe’nin Türkiye Kupası’nı kucaklaması ile bitti.
Gerek Galatasaray, gerekse Fenerbahçe’nin Avrupa kupalarındaki başarısı yüzlerimizi güldürdü, Türkiye’nin Avrupa futbolundaki sıralamasını üst düzeylere taşıdı. İki takımımızın Avrupa’daki başarısı hepimizi gururlandırsa, göğsümüzü kabartsa da ne yazık ki tribünlerde ve saha dışında ölüme kadar varan istenmeyen olaylar, holigan tutumlar da o denli üzdü.
Fenerbahçe taraftarı Burak Yıldırım’ın Galatasaray maçı sonrası öldürülmesi tüm taraftara ders olacakken, aksine Ankara’da oynanan kupa finalinde Trabzonspor taraftarının, tribün tellerini kırarak sahaya inme girişimleri üzücü olaydan ders alınmadığını bir kez daha gösterdi.
Allahtan polisin aldığı önlem ve sağduyulu davranış yeni bir üzücü olayı engelledi.
Ne oluyor anlamıyorum? Tribünlere takımınızı desteklemeye mi , yoksa döner ve sustalı bıçaklarla birbirinizi kırmaya, öldürmeye mi geliyorsunuz?  Sahi nedir bu öfke, kin,  düşmanlık? Yıllarca terörden başını kaldıramayan, terörün darbesini en ağır şekilde yiyen, bu ülkenin çocuklarına ne oldu böyle?
Tribün terörü, saha dışı olaylar salt yukarıda verdiğim örneklerle ile sınırlı değil. Artık amatör liglerde bile bu tür olaylar, saldırganlıklar artmaya başladı. İnanın bu yıl televizyonda buna yönelik izlediğim haberlerin sayısını unuttum bile.
Arkadaşlar, kardeşler futbolun bir tutku olduğunu biliyor ve inanıyorum. Taraftarı olduğunuz takımı deplasmanlara bile  giderek desteklemek, sahiplenmek en doğal hakkınız.  Ancak nedir bu çılgınlık? En acısı cinayete varan bu saldırganlık, düşmanlık niye?
Lütfen centilmence takımınızı destekleyin, alkışlayın. Ama kırarak, dökerek değil. Evde sizleri bekleyen bir aileniz var. Ne olur onları gözü yaşlı bırakmayın.
Tribün terörünün artmasında, salt taraftar kusurlu değil. Şiddetin ve saldırganlığın artmasında, hoşgörünün, sağduyulu davranmanın azalmasında, kuşkusuz yıllardır yaptıkları açıklamalarla ortamı geren, neredeyse taraftarı birbirine düşman edecek tavırlar sergileyen bazı kulüp yöneticilerinin de rolü çok fazla.
Onlar açıklamalarını yapıp, protokol tribününde koltuklarında otururken, olan güçlükle biriktirdiği harçlığı ile bilet alarak tribüne giden, takım sevgisi uğruna biber gazına maruz kalan, sırtına cop inen, hatta cinayete kurban giden garip taraftara oluyor.
Terör, şiddet sadece futbolda değil, son yıllarda basketbol, voleybol, hatta engelli sporcuların maçlarında da o çirkin yüzünü gösterdi. Hele engelli sporcuların maçındaki görüntüler inanın insanın yüzünü kızartacak kadar çirkin ve utanılacak boyuttaydı.
Futbolda terör yalnızca ülkemizin değil,  dünya ülkelerinin de sorunu, baş ağrısı. Oralarda da holiganlar birbirlerine giriyor, çatışmalar oluyor, canlar gidiyor. Bu ülkelerde tıpkı Türkiye gibi tribün terörüne çözüm arıyor, ağır yaptırımlar öngören düzenlemeleri hayata geçiriyor.
Sanırım, ülkemizde de önümüzdeki sezonda  tribün terörünün önlenmesi amacıyla bir dizi önlemler alınacak, ağır yaptırımlar hayata geçirilecek.
Bu önlemlerin ilk adımı da üzerinde seyircinin adının yazılı olduğu, biletle veya kombineyle onun dışında başka birinin maçlara giremeyeceği ‘Elektronik Bilet’  uygulaması olacak.
Daha ağır yaptırımlar öngören yasal düzenlemelere işlerlik kazandırılacağı yetkililer tarafından dillendiriliyor. İçte ve dışta çeşitli sorunlarla boğuşan, çözüm arayan Türkiye, bir de tribün terörü ile uğraşmasın, enerjisini buraya harcamasın.
Devlet görevlileri, kulüp yöneticileri, oyuncuları, taraftarı, gazetecisi ile birlikte artık buna son demeliyiz. Herkes üstüne düşeni yerine getirerek, tribünleri şiddetten ve düşmanlıktan arındıralım.  
Taraftar kardeşim, takımını destekle, sahiplen, ama yıkmadan, kırmadan, dökmeden ve en önemlisi kan dökmeden bunu yerine getir. Yapanı da aranda barındırma, soyutla.
Lütfen, centilmenlik kuralları içinde takımına sahip çık, tribünde alkışlarınla, tezahüratınla takımını destekle, başarılarına ortak ol.
Fenerbahçe taraftarı Burak Yıldırım ile kupa maçı dönüşünde trafik kazasında yaşamlarını yitiren Trabzonsporlu iki taraftara Allahtan rahmet dilerken,  ‘’tribündeki şiddete, teröre hayır’’ çağrımı sonuna dek haykırıyorum.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Binler Yine Anıtkabir’deydi


Tıpkı 29 Ekim, 10 Kasım, 23 Nisan’da olduğu gibi, 19 Mayıs’ta da çocuğunu, bayrağını kapan binlerce yurttaş, Ulu Önder Atatürk’e olan bağlılığını ve sevgisini göstermek üzere bir kez daha Anıtkabir’deydi.

Ankaralılar, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Bandırma vapuru ile Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı ateşini yakmasının 94. yıldönümünü, alanları doldurarak attıkları sloganlar, taşıdıkları pankartlarla büyük bir coşku ile kutladı.

Güneşin kavurucu sıcağına aldırış etmeden, Sıhhıye Meydanı ve Güvenpark’ta ayrı ayrı toplanan binlerce yurttaş Anıtkabir’e yürürken, Ankara’yı inleten sloganlar ile Atatürk devrimleri ve Cumhuriyetin yılmaz bekçileri olduğunu cümle aleme gösteriyordu.

Ayrı yürüseler de amaçları ortaktı onların. Ata’sına koşarak, devrimlerinin bekçisi olduğunu yeniden haykırmaktı. Sadece Ankaralı değil, çeşitli illerden başkente gelen binlerce yurttaş da Anıtkabir’e, Ata’sına yürüdü.

Her yurttaşın elindeki bayraklar, Ankara’nın caddelerini ve Anıtkabir’in avlusunu sanki kırmızı renge boğmuş, adeta çiçek bahçesine çevirmişti.

Hele aileleri ile birlikte yürüyen küçük çocukların, ellerinde bayrak taşıması, büyüklerinin attıkları sloganlara eşlik etmesi, tüyleri diken diken ederken, Cumhuriyetin sahipsiz olmadığını görmek insanı mutlu ediyor, umutlandırıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti yazılarının kamu kurumlarından kaldırıldığı bu günlerde, Anıtkabir’e yürüyen yurttaşlarca ‘T.C’ yazılı maket taşınması bir yerlere verilen çok anlamlı bir mesajdı aslında.

Binlerce yurttaş, emperyalist güçlerden vatanı temizleyerek, Türk ulusunun esir yaşayamayacağını dünyaya gösteren, yoktan var ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder’in mozolesinde saygı duruşunda bulunurken, içinden cumhuriyete bir kez daha bağlılık yemini ediyordu.

Ankaralı, Ulu Önderi’ne sahip çıkmanın, görevini yerine getirmenin mutluluğu ile başka bir ulusal bayramda Anıtkabir’de buluşmak üzere, yorgun ama huzurlu olarak evinin yoluna koyuluyordu.

Her yurttaş, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı Bandırma vapurunu ziyaret etmeli.

Olanağınız olursa, Samsun’daki Bandırma vapurunu ziyaret ederek Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcına bir anlamda tanıklık edebilirsiniz. Mümkünse çocuklarınızı da götürebilirsiniz.

19 Mayıs 2013 Pazar

Merhaba Tatil


Yaz mevsimi kendini iyiden iyiye göstermeye, ‘merhaba’ demeye başladı.

Kışın o soğuk ve iç karartan kısa günleri, yerini doğanın canlandığı , yeşillendiği, insanın içinin kıpır kıpır oynadığı uzun güneşli günlere bıraktı.

Kışlık giysiler dolaba kalkarken, yazlık giysiler de el altında, göz önünde yerini aldı, yaz, sıcak günler ve ötesi tatil mevsimi göz kırptı.

İnsanlar, her ne kadar bu yıl ağır olmasa da kış mevsiminin kasvetli günlerinde çalışmanın getirdiği yorgunluğu atmak için tatil günlerini sabırsızlıkla bekliyor, planını programını ona göre yapıyor.

Çalışmak kadar tatil yapmak, kafayı dinlendirmek, gelecek kış mevsimine enerji depolamak, insan için, ekmek ve su kadar yaşamsal bir gereksinim.

Varsılı, yoksulu tüm insanlar bütçelerinin elverdiği ölçüde bedenlerinin ihtiyacı olan tatili, dinlenmeyi , gezmeyi gerçekleştirmeli, kendilerini yenilemelidir.

Dar gelirli okurların, ‘tatil, gezme para ile oluyor. Biz de nerede o para?’ yakınmalarını da duyar gibiyim . Bu yakınmalarında haklılık payı da var. Ancak bütçelerini bir parça zorlayarak, diğer harcamalarını bir ölçüde kısıtlayarak, diğer yurttaşlar gibi yaz mevsiminin nimetlerinden yararlanması, tatil yapabilmesi onların da hakkı.

Dar gelirlinin de tatile, gezmeye, ülkesini tanımaya hakkı var. Bütçelerine uygun tur şirketleri aracılığı ile bunu gerçekleştirebilirler. Tatil, gezi artık salt varsıl insanların yararlandığı aktive olmaktan çıktı, çıkıyor.

İşçi, memur, emekli, çiftçi de artık uygun ödeme koşulları ile bu aktiveden yararlanabiliyor. Dar gelirli kesim de gerek yurt içi, gerekse yurt dışın da tatil yapmalı, hem ülkesini hem de Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki tarihi ve doğa güzelliğini yakından görmelidir.

Bırakın yurt dışını, en azından ülkeyi tanımak, doğal ve tarihi güzelliklerine tanıklık etmek, ufkunu genişletmek, yaşamını zenginleştirmek her yurttaşın en doğal hakkı.

Türkiye, bulunduğu konum itibarıyla, doğal güzelliği, tarihi yapıtları, yaylaları, denizleri ile muhteşem bir turizm ülkesi. Türkiye belki de dünyanın en güzel ülkesi. Bunu da fazlasıyla hak ediyor.

İç turizm denilince akla kuşkusuz, başta Bodrum, Çeşme, Antalya, Kaş, Kemer, Marmaris, Fethiye, Çanakkale, Ayvalık olmak üzere Ege ve Akdeniz ile İstanbul geliyor. Yerli turist kadar, yabancı turistlerin de önceliği ikliminden olsa gerek bu bölgeler.

Sürekli Ege ve Akdeniz’de tatil yapanlar, buradan sıkılanlar için bu yıl, Karadeniz iyi bir seçenek olabilir.

Turizmde bir yıldız gibi parlayan Karadeniz, son yıllarda turistlerin ilgi odağı haline gelen, turist sayısını gün geçtikçe artıran yeşilin her tonunu dağında, taşında barındıran sevimli bir bölgemiz.

Diğer bölgelerdeki bunaltıcı havanın aksine, serin iklimi, özellikle yayla turizmi ile Karadeniz iç turizmde sürekli ivme kazanıyor, çıtayı hep yukarıya doğru taşıyor.

Duble yolun avantajı ile Karadeniz’i bir boydan bir boya gezmek artık çok kolay. Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Artvin ve ilçeleri sahile sanki bir boncuk gibi dizilen, muhteşem doğası ve yeşil yayları ile turisti davet ediyor. Özellikle birbirinden güzel yöresel yemekleri adeta iştah kabartıyor.

Artvin’e gelmişken Sarp sınır kapısından nüfus cüzdanı ile geçerek, eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kültürel özelliğini hala koruyan Gürcistan’ın tarihi Batum kentini ziyaret etmek de olası.

Batum, Türklerin yoğunluğundan neredeyse Türkiye’nin 82. ili gibi. Özellikle, Artvin ve Rizeliler burada çok sayıda işyeri açmış. Günübirlik ziyaretlerden ötürü Batum çarşısında bir tanıdığınızı bile görebilirsiniz. Batum o denli Türkiye ile özdeşleşmiş.

Bu yıl gelin tatilinizi Karadeniz’de geçirin, bölgenin yeşil ile mavinin harmanlandığı, muhteşem doğal güzelliğine tanıklık edin.

Nerede olursanız olsun, ama tatilinizi ihmal etmeyin . Her insanın yurdunu tanımaya, tatile ihtiyacı var.

Güzel ve Yalnız Ankara


"Ankara, Ankara… Güzel Ankara. Seni görmek ister her bahtı kara. Senden yardım umar her düşen dara. Yetersin onlara güzel Ankara" dizeleri ne içten tanımlar Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’yı.

Cumhuriyetin temellerinin atıldığı, kültürün de başkenti olan ‘’Güzel Ankara’’ son yıllardaki karar ve uygulamalarla, kamu kurumlarının taşınması ile gittikçe yalnızlığa itiliyor, adeta kendi kabuğuna çekiliyor.

Önce İş Bankası, sonra Vakıfbank, Türkiye Kalkınma Bankası, AnadoluJet gibi önemli kurumlar birer birer Ankara’yı terk edip İstanbul’a göç ederken, Halkbank, Ziraat Bankası da Ankara’ya veda etmeye hazırlanıyor.

‘’Ekonominin, finans yönetiminin başkenti olacak’’gerekçesiyle devletin irili, ufaklı kurumları merkezlerini, yıllarca kendilerine ev sahipliği yapan Ankara’dan sessizce İstanbul’a taşırken, Ankaralı belleğindeki ‘’Neden?’’sorusuna yanıt arıyor.

Ankara’nın istihdamına, ekonomisine büyük zarar verecek bu taşınma beraberinde binlerce çalışanı eşlerinden ayırırken, aileleri parçalarken, çalışanları ‘’Ya İstanbul, ya da işinize son’’ ikilemi ile karşı karşıya bırakıyor.

‘’Memur kenti’’ Ankara’da aldıkları ücretle geçinebilen, kendi yağları ile kavrulan çalışanlar, memurlar, işçiler,’’ Ankara’dan taşınırsam, yaşamın daha pahalı olduğu İstanbul’da nasıl geçinirim?’’ in hesabını yapıyor, kararını vermeye çalışıyor.

Bir yanda İstanbul’daki hayat pahalılığı, bir yanda işini kaybetme korkusu. Çalışanların önünde bir ikilem olarak duruyor.

10.Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Eximbank’ta çalışan iki kızının, İstanbul’a taşınmayı kabullenmeyince işlerinden olması çalışanların karşı karşıya bulunduğu bu ikilemin en somut örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Başarıları ile dünyanın sayılı üniversiteleri arasında yer alan ODTÜ, Bilkent, Hacettepe, Ankara, Gazi, Başkent ve diğer üniversiteleriyle aynı zamanda bilim, eğitim, uygarlık kenti de olan Ankara, bu haksızlığı ve yalnızlaştırılmayı hiç ama hiç hak etmiyor.

Ankara futbolda da yalnızları oynuyor. Önceki yıllarda Gençlerbirliği, Ankaragücü, Ankaraspor ve Hacettepe olmak üzere Süper Lig’de dört takımla yer alan Ankara ne acıdır ki ilgisizlikten, sahipsizlikten bu sezon sadece Gençlerbirliği ile temsil ediliyor. Belki de dünyada şampiyon takımı olmayan tek başkent Ankara.

Ulu Önder Atatürk’ün 13 Ekim 1923’te ilanı ile başkent olan, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu Birinci Meclisiyle, Anıtkabiriyle, Gençlik Parkıyla, Atatürk Orman Çiftliğiyle, Botanik parkıyla,seğmeniyle, kalesiyle, keçisiyle ve armuduyla simgeleşen, dara düşene yardımıyla tanınan Ankara, Atatürk’ün başkenti olarak her zaman en önde yerini alacağından kimsenin kuşkusu olmamalı.

‘’Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’a dönmesidir’’ diyen Yahya Kemal’e belki de en güzel yanıtı rahmetli Kurthan Fişek hoca,’’Ankara’nın en güzel yanı İstanbul’dan dönmesidir’’ sözleri ile verirken, Ankara’ya bağlılığını, sahiplenme duygusunu cümle aleme bu sözlerle gösteriyordu.

Sahi ne güzel söylemiş o sözleri gazeteci-yazar Ankara aşığı Kurthan Fişek.

Kurumlar taşınsa da, yalnızlaştırılmaya çalışılsa da dara düşenin yanındaki Ankara’yı Ulu Önder Atatürk’ün emaneti olarak her zaman sevip, korumak, ekonomisine katkı yapmak tüm yurttaşların, Ankaralının görevi olacaktır.

Yıllar önce yurdun dört bir yanından gelerek Ankara’ya yerleşen, Ankaralı kimliğine kavuşan yüz binlerce yurttaş, bu sorumluğunun bilinci ile başkentine sahip çıkacak, onu gözbebeği gibi koruyacaktır. Kimsenin bundan kuşkusu olmasın.

Ertuğrul Günay



Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndaki devir teslim törenine ilişkin haberi izlerken birden o eski günlere, 1970’li yıllara gittim.

CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in adının dağlara taşlara yazıldığı, ‘’Karaoğlan’’ rüzgarının tüm yurtta estiği, 1977 yılında yapılan genel seçim öncesiydi.

O dönemde Bülent Ecevit ile birlikte Türk siyasetinde yıldızı parlayan, toplantı ve mitinglerdeki tanrı vergisi yeteneği, coşkulu konuşmaları ile halkın beğenisini kazanan pırıl pırıl bir il başkanıydı …

Bu gözü pek politikacı, daha sonraki yaşamında Türk siyasetinde, özellikle de sosyal demokrat harekette adından çok söz ettirecek, CHP Ordu İl Başkanı Ertuğrul Günay’dı.

CHP Kumru (Ordu) Gençlik Kolları’nın üyesi olarak 1977 seçiminde birlikte siyaset yaptığım Ertuğrul Günay,  bilgisi, birikimi, yeteneği ve en önemlisi kararlı ve cesur duruşu ile biz gençlerin de bir idolü oluyordu sanki. Seçim çalışmalarında onun konuşmalarını merakla dinler, kendi adımıza pay kapmaya çalışırdık.

Belki de CHP’nin tarihinde en başarılı sonucu aldığı 1977 seçiminde kendisini genç bir milletvekili olarak Ankara’ya uğurlarken, yollarımız 1984 yılına dek ayrılmıştı.

Çalışma yaşamına başladığım Ankara’da, sanırım 1985 yılında yine yollarımız kesişti. Bir yandan 12 Eylül dönemindeki hapis günlerinin yaralarını sararken bir yandan da Hatay Sokak’taki bürosunda hem mesleği olan avukatlığı sürdürüyor, hem de çok sevdiği politikaya ilgisiz kalmıyordu.

12 Eylül öncesi Türk siyasetinde, CHP’de öne çıkan Ertuğrul Günay, bu kez 1986 yılında çok güçlü adaylar arasında SHP’nin Ankara İl Başkanı oluyordu. ‘’Kurtlar Sofrası’’ndan Ankara il başkanlığını adeta koparıp alıyordu.

Hiç unutmam o günleri, Necatibey Caddesi’ndeki Derya Sineması’nda yapılan il başkanlığı seçiminde, delegelerin ayakta alkışladığı o konuşmayı. Başarılı SHP Ankara İl Başkanlığı döneminde, birlikte olduğumuz o günler birer anı olarak canlanır gözlerimin önünde.

SHP Genel Sekreter Yardımcılığı, CHP Genel Sekreterliği , CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı ile süren ve CHP Genel Başkan adaylığı ve beraberinde CHP’den ihraç ile noktalanan sosyal demokrat politik yaşam. Böyle bir sonlanmayı hiç de hak etmemişti aslında.

CHP’de biten sosyal demokrat mücadelenin ardından Mehmet Bekaroğlu ile birlikte başlattıkları ‘’Müslüman Sol’’ hareketi ile çizgi değiştirdiğinin sinyallerini verir gibiydi.

Aslında sosyal demokrat tabanda en büyük hayal kırıklığını, toplumu, kendisi ile birlikte politika yapan arkadaşlarını ve en önemlisi Mehmet Bekaroğlu’nu şaşırtan bir hamle ile bir anda soldan sağa evrilerek 2007 yılında AKP’ye katılmasıyla yaşatıyordu.

Bu evrilmenin temelinde, değerinin bilinmemesi, kendinden yeteri kadar yararlanılamaması duygusuyla CHP’ye kırgınlık, küskünlük de vardı aslında.

Belki de CHP, sosyal demokrat hareket yeteri kadar yararlanamadı, yeteri kadar değerlendiremedi Ertuğrul Günay’ı. Küskünlüğü, kırılganlığı belki de buna idi.

Hem 2007 ve hem de 2011 yıllarındaki seçimlerin ardından Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı üstlenen, görevi süresince Başbakan Erdoğan ile sanata ve sanatçıya bakış açıları farklı olan, örtüşmeyen, hatta zaman zaman Erdoğan’ın sanata ve sanatçıya karşı sert üsluplarını gidermeye çalışan, Ordu’dan Türk siyasetine yelken açan Ertuğrul Günay, beklendiği gibi koltuğunu yitirdi.

Başbakan ile sanata, sanatçıya ve kültüre bakış farklı olan Günay’ın koltuğunu koruması pek de olası değildi zaten.

Ertuğrul Günay’ı her daim AKP'li kimliği ile değil, 1977 seçiminde birlikte çalıştığım, coşkulu, pırıl pırıl, Türk siyasetine yeni bir boyut kazandıran, genç CHP Ordu İl Başkanı, başarılı SHP Ankara İl Başkanı, CHP’li gençlerin ‘’Ertuğrul Abisi’’ olarak anımsayacağım.

İyi Gazete Satar



Gazetelerin günlük satışlarına ilişkin rakamlara göz atınca, mesleğim adına birden duygulandım ve üzüldüm. ‘Neden 75 milyonluk Türkiye’de bu kadar az gazete satılır?’ sorusuna belleğimde yanıt aramaya çalıştım.

Türkiye’de gazete satışlarının artan nüfus ve günlük yaygın gazetelerin çokluğuna karşın yükselmediği, hatta zaman zaman düştüğü acı bir gerçek.

Medyatava’nın tiraj raporuna göre, 40’a yakın yaygın gazetenin günlük satışı 75 milyona ulaşan ülkemizde ne yazık ki en fazla 5 milyon düzeyinde. Bu satışların çoğunluğunu da abone sistemi ile dağıtılan gazetelerin oluşturuyor.

Gazetelerin en çok eklerin bol olduğu cumartesi ve pazar günleri satıldığı dikkate alınırsa, hafta içi düşen satışlar istikrarlı bir okuyucunun olmadığını ortaya koyuyor. Gazete satışlarında ara ara dönemsel çıkışlar olsa da bunların kalıcı olmadığı yayınlan tiraj raporları ile açıkça görülüyor.

Türkiye’nin bırakın kitabı, günlük bir gazete almayan, okumayan bir toplum olması gerçekten üzücü, üzücü olduğu kadar irdelenmesi gereken bir sorun.

Toplum olarak neden okumuyoruz? Bunun çeşitli nedenleri var. Sosyal medya denilen internetin yaygınlaşması, okuma tembeli çoğu kişinin haberleri kolaycılığa kaçarak dijital dünyadan, TV’den ücretsiz takip etmesi en başta gelenidir.

Gelişen teknolojiye koşut, akıllı cep telefonları, tablet bilgisayarları, iPad yaşamın her alanında olduğu gibi, habercilikte de boy gösteriyor.

Bu temel etmenlerin yanında biz gazetecilerin de çok ama çok önemli hataları var. Toplumda haksız şekilde yaygın olan‘’gazetecilere ve gazetelere güvenilmez, onlar yalan yazar’’ algısı, bu kutsal mesleği çıkarları uğruna kullanan, kendilerine ‘’gazeteci’’ rolü biçen dünyadan ve yurttan bihaber, kendilerini geliştiremeyen, belli konuda uzmanlaşamayan kişilerin varlığından ötürü ne yazık ki giderilemiyor.

Yazacağı haber ve yorumlarla toplumu bilgilendirecek gazeteciler, dünyayı izleyerek, okuyarak öncelikle kendilerini geliştirmelidir ki, okura da bu bilgilerini aktarabilsin, ufkunu genişletmeye yardımcı olabilsin.

Aslında, dünyanın en zor, çileli ve o denli zevkli mesleği olan gazeteciliğin güvenirliliği, ne yazık ki bazı kişilerin bu sıfatı kazanmalarından dolayı alt düzeylerde bulunuyor. Son dönemde yaygınlaşan, salt toplum tanıyor, seviyor diye bilgi düzeyleri bile tartışmalı bazı sanatçıların, bu mesleğe yıllarını vermiş gazeteciler dururken, köşe yazarı olmaları da gazetecilik adına sorgulanması gereken bir konu.

Sahi, yaygın gazetelerde köşe yazarı olmak bu denli kolay mı?

Bunun yanı sıra, holding patronu, işadamlarının gazete satın alarak, bunu diğer ticari işleri için kullanması, gazetelerinde özgür haberciliği kısıtlamaya yönelik tutum takınmaları gazeteciliğin karşısındaki en önemli etmendir. Milliyet gazetesinde yaşanan son olaylar bunun en güzel kanıtı.

Bu mesleğe sevdalı, her yaşında ve bulunduğu ortamda meslek tutkusu öne çıkan, kendini geliştiren gazetecilerin artması, gazete yönetimlerinde sorumluluk alması, özgür gazeteciliğin yaygınlaşması hem mesleğimizin onurunu kurtaracak, hem de beraberinde tirajı arştı getirecektir.

Unutulmamalıdır ki, sadece haber veren, okuru bilgilendiren , köşe yazarlarının derinlik içeren yorumları ile yapılan gazeteler her zaman yaşayacak, her zaman okurun ilgisini çekecektir. Yeter ki adam gibi iyi gazete yapılsın. Bu tür gazeteler her daim karşılığını bulacaktır.

Tüm bu yazdıklarım bölgenin gözü, kulağı olan, çevrelerinde önemli bir işlevi yerine getiren yerel gazeteler için de geçerlidir. Mesleğin kurallarına uyan, hiç bir çıkar ilişkisi gözetmeyen yerel gazeteler de kuşkusuz okuru tarafından sahiplenilecek, korunacaktır.

Eline aldığınızda, mürekkep kokusunu hissettiren, sayfalarını çevirirken hışırtı sesi çıkaran gazetelerin yerini, ne internet haberciliği ne akıllı telefonlar ne de iPad’lar alabilir.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Madencinin Yazgısı


Dünyanın en zor mesleğidir maden işçiliği. Yerin yüzlerce metre altından kömür ve maden çıkarmak için girdikleri ocaklarda her an ölüm ile burun burunadır eli yüzü kömür karası ile kaplanmış maden emekçileri.

Grizu patlamasından göçük altında kalarak yaşamlarını yitirmeleri veya sakat kalmaları maden işçilerinin yazgısıdır adeta.

Onlar bu yazgıyı bilerek, kabullenerek inerler yerin yüzlerce metre altındaki ocaklara, her an göçük altında kalma kaygısı ile ekmek uğruna sallarlar kazmayı. Ölüm riski çok fazla olsa da başka şansları,seçenekleri yoktur onların maden işçiliğinden gayrı.

Tek amaçları asgari ücret veya biraz üzerindeki maaşla ailesini geçindirmek, muhannete muhtaç olmadan yaşamlarını sürdürebilmek,çocuklarının geleceğini garanti altına almaktır.

Zonguldak, Soma, Suluova, Divriği, Küre, Murgul, Tavşanlı,Simav ve yurdun diğer bölgelerinde ellerinde baretleri, fenerleri ve kazmalarıile eli yüzü kömür karasına bezenmiş, yerin yüzlerce metre altında tüm gücü ile kazma sallayarak kömür ve maden çıkarırlar.

Beklenmedik bir göçük veya grizu patlamasıyaşamlarınısonlandırır, geride gözü yaşlı eş, ana, baba ve çocuk bırakarak göçerler bu fani dünyadan. Patlamadan kurtulanlar ise kalan yaşamlarını işgöremez olarak sürdürürler.

Birlikte çalıştığı arkadaşının cenazesini ocaktan ağlayarak çıkarırlar ve dönerler ocağa kazma sallamaya.

Her yıl ülkemizde 4-10 Mayıs tarihlerinde kutlananİşçi Sağlığı ve Güvenliği Haftası’nda düzenlenen etkinliklerde Türkiye’de günde ortalama üç işçinin iş kazalarına kurban gittiği açıklansa da, bir türlü önlenemez bu kazalar. Belki ocakta yeteri kadar alınmayan önlemler, belki işverenin aşırı kazanma hırsı ile dinlendirilmeden çalıştırılan emekçilerin bir anlık dalgınlığı ölüme davetiye çıkarır.

Türkiye’nin iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada olduğu sıkılarak açılansa da, bu olumsuz ve utandıran sıralamanın alınan önlemlere karşın neden gerilemediği de ortaya konulamaz bir türlü.

Bu haftanın anlamına tam da denk düşen 'Yük' filmi halen gösterimde.

Turgutlu’da 2008’de çektiği ‘Vicdan’ filminde kiremit işçilerinin güç çalışma koşullarını beyaz perdeye aktaran Türk sinemasının usta yönetmeni Erden Kıral, bu kez Zonguldak’ta maden işçilerinin çileli yaşamı ve değişmez yazgısı ekseninde üç kişi arasındaki ilişki üzerine kurgulanmış‘Yük’ile seyircinin karşısına çıkıyor.

Ödül kazandığı 19. Adana Altın Koza Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan, Boston Film Festivali’nde seyircinin karşısına çıkan‘Yük’te maden işçilerinin yaşamı çerçevesinde yasak aşkın getirdiği kan davasıanlatılıyor.

Ağır temposu ile belki seyirciyi sıkacak, geri dönüşsahnelerinin bolca kullanılmasından ötürü öykünün algılanmasını seyirciye bırakan, dikkatli bir izlenmeyi gerektiren film, bu olumsuzluklarına karşın, maden emekçilerinin sorunlarını öne çıkarması adına yine de izlenmeyi hak ediyor.

Erden Kıral’ın gerçek bir hayat hikayesinden esinlenerek senaristliğini de üstlendiği ‘Yük’, Cemal (Nadir Sarıbacak), Cumali (Tansu Biçer) ve Zeynep (Tülin Özen) arasındaki ilişkiye odaklanırken, emeğin başkenti Zonguldak’taki Üzülmez ve Armutlu ocaklarındaki maden emekçilerinin çileli yaşamlarını da tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.

İşlediği bir cinayetin ardından maden ocağına saklanan Cemal’in sonu, tıpkı iş kazalarında canlarını yitiren diğer işçiler gibi olacaktır.

‘Bereketli Topraklar Üzerinde’, ‘’Hakkari’de Bir Mevsim’,‘Ayna’, ‘Mavi Sürgün’ gibi unutulmaz filmlerde imzası bulunan Erden Kıral’ın iyi niyetlerle kotardığı ‘Yük’, yine madencilerin yaşamlarını anlatan Yavuz Özkan’ın 1978’de çektiği, Tarık Akan, Cüneyt Arkın, Hale Soygazi ve Meral Orhansoy’un oynadığı, ödüllere doymayan ‘Maden’ kadar başarılı değil.

Mesajını tam verememesine karşın, iyi niyetle beyazperdeye aktarılan ‘Yük’ ilgisiz kalınmayacak bir seyirlik.

Emeklinin Kulağı AİHM'de


Ülke kalkınmasına katkıda bulunan, emekleri ile üretip ekonomik çarkın dönmesini sağlayan işçi ve memurlar, ne yazık ki emeklilik yaşamında beklentilerine yanıt bulamamanın düş kırıklığını yaşıyor.
Günün koşullarında aldıkları düşük aylıkla geçinmeye çalışan emekliler, adeta köşelerinde unutulmanın verdiği burukluk içinde yaşamlarını sürdürüyor, sürdürmeye çalışıyor. Bu yıl başında büyük umutlarla bekledikleri intibak düzenlemesinden de umduklarını bulamayan emekliler, şimdi de aylıklarının yatırıldığı bankaların kendilerine tıpkı çalışanlar gibi promosyon ödemesi için çabalıyor ve sonuç almaya çalışıyor.
Çalışmakta olan memur ile işçilere aylık ve maaşlarının yatırıldığı bankalar tarafından promosyon ödenirken, emeklilere bu para neden ödenmiyor? Bu soru yanıtınıarayan bir sır olarak ortada duruyor. Sahi neden ödenmiyor?
Taleplerinin yerine getirilebilmesi, bütçelerine az da olsa katkıda bulunması için çeşitli bakanlıklar düzeyinde girişimlerde bulunan emekli ve onların üyesi bulunduğu dernekler de ne yazık ki olumlu bir sonuç alamadı.
Bu konuda Türkiye Emekliler Derneği’nin (TÜED) başta Başbakanlık ve ilgili bakanlıklar olmak üzere bankalar ve yasal mercilere sunulmak amacıyla detaylı bir rapor hazırladığını biliyoruz.
Promosyon ödenmesi amacıyla yoğunlaştıkları tüm iç hukuk girişimlerinden sonuç alamayan bazı emeklilerde de bireysel olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruda bulundu.
Emekli Avukat Sedat Vural AİHM’e yaptığı başvuruda, emekli maaşını aldığı bankanın anayasal ve yasal hükümlerini yerine getirmediğini vurgulayarak, hukuka aykırı uygulama ve haksız eylemden ötürü üç bin liralık zarara uğradığını savundu. Vural, Türkiye’nin AİHM’in güvenceye aldığı ayrımcılık yasağı ve mülkiyet hakkıkonusunda pozitif yükümlülüğünü yerine getirmediğini de dilekçesinde ileri sürdü.
Buradan çıkacak sonuç belki de tüm emeklilerin umutla beklediği bir karar olur.
Kuşkusuz AİHM’in emekliler lehine alacağı olası bir karar, hükümeti bu yönde bir yasal düzenlemeye yöneltecek ve sonucunda bankalar emeklilere de promosyon ödeyecektir. Umarım, AİHM’den emeklinin beklediği olumlu haber tez gelir. Hükümet emeklinin bu haklı feryadını göz ardı etmemelidir.
Ülkemizde 5 milyon 966 bini işçi, 2 milyon 454 bini Bağ-Kur ve 1 milyon 900 bini memur olmak üzere 10 milyonu aşkın emekli bulunmaktadır. Aileleri ile birlikte nüfusun neredeyse üçte ikisini oluşturan emeklilerin aldıkları aylıklar ne kadar?
Halen en düşük işçi emekli aylığı 922.55, en düşük Bağ-Kur esnaf aylığı 717.28, en düşük Bağ-Kur çiftçi aylığı 530.36 ve en düşük memur emekli aylığı da 1086.52 lira. Türk-İş’in araştırmasına göre açlık sınırının 1.017, yoksulluk sınırının da 3.311 lira olduğu dikkate alınırsa emeklilerin yüzde 85’i bu sınırın altında aylık alıyor, yani emekli açlıkla boğuşuyor, yaşamaya çalışıyor.
İşte bu rakamlar doğruları tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Başka söze ne hacet.

Çavuşlu Çöplük Değil


Karadeniz’in yeşil ve mavi ile örtüştüğü ekmeği ile ünlü, tatil beldesi Çavuşlu halkı, beldeye yapılan çöp toplama merkezine karşı seferberlik ilan etmesine karşın ne yazık ki başarılı olamadı.
Giresun’un Görele ilçesi Çavuşlu beldesine yapılan çöp toplama merkezi yargı kararına karşın, Giresun Valiliği’nce yeniden gündeme getirildi ve yargı kararı dikkate alınmadı.
Çöp toplam projesini, Çavuşlu Belediye Başkanlığı ve çevreci örgütler geçen yıl Ordu İdare Mahkemesi’ne taşımış ve davayı kazanmış, belde halkı da çöp toplama merkezine olan tepkilerini yürüyüş ve çeşitli etkinliklerle göstermiş, Samsun-Trabzon karayolunu bir süreliğine trafiğe kapatmıştı.
Yargı kararı ve halkın tepkisi üzerine Çavuşlu’ya yapılmasıöngörülen çöp toplama projesinden vazgeçen ve Görele’nin Çömlekçi beldesine yönelen Giresun Valiliği, burada da yoğun tepki ile karşılaşınca rotasını bu kez yeniden Çavuşlu’ya çevirdi.
Ne yazık ki tüm tepkilere karşın, çöp toplama merkezinin yapımı sürüyor, nerdeyse bitmek üzere.
Sayın Vali de her hafta Çavuşlu’ya gelerek zafer kazanmışkomutan edası ile burada inceleme yapıyor.
Mahkeme kararına karşın, Karadeniz’in ‘’Ekmek Diyarı’’na çöp toplama merkezi yapılması anlaşılır gibi değil. Çavuşluların tamamlanma aşamasında havayı, toprağı, suyu, hatta denizi zehirleyen, en önemlisi insan yaşamını yok eden bu belaya karşı kararlı tepkilerini bundan sonra da göstereceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.
Bu yanlışı yapan, turizm beldesi Çavuşlu’ya böyle bir tesisi uygun görenleri, tarih ve Çavuşlu halkı hiçbir zaman affetmeyecek.
Giresun Valisi sayın Dursun Ali Şahin ile diğer ilgililer, Fatih Akın’ın ‘’Cennetteki Çöplük’’ filmini izlerlerse yanlışta nasıl ısrar ettiklerini sanırım anlayacaktır.
Sayın Şahin yanlışlığını, cennetten farksız Trabzon’un Sürmene ilçesine bağlı Çamburnu beldesinin, halkın tepkilerine karşı ısrarla yapılan çöp toplama merkezi ile nasıl cehenneme dönüştürüldüğünü anlatan bu filmi izleyince görecektir.
Çavuşlular,‘’Beldemiz çöplük değildir’’ şeklinde sürekli haykıracaktır.

İçlerine Sindirebilecekler Mi?

Türkiye’de gündem o kadar sık değişiyor ki, biri bitti, derken bir diğeri başlıyor. Sanırım dünyada bu kadar sık gündem ile karşılaşan ülke sayısı bir elin parmakları kadardır.

Geçtiğimiz hafta gündeme damgasını vuran olay, kuşkusuz kamuoyunda ’vekile kıyak’ diye adlandırılan, milletvekillerinin mevcut haklarına yeni haklar ekleyen, AKP, CHP, MHP ve BDP’nin ortak imzası ile TBMM Başkanlığı’na sunulan yasa teklifiydi.

Kamuoyunun haklı olarak tepkisine neden olan, bu tepkilerden ötürü CHP, MHP ve BDP’nin imzasını geri çektiği yasa teklifi emekliler de dahil milletvekilleri ile eşi ve çocuklarına dudak uçuklatan yeni hakların verilmesini öngörüyor.

AKP’nin arkasında durduğu yasa teklifi öyle düzenlemeler içeriyor ki , insan ‘Yok artık, bu kadarı da fazla’ demekten kendini alı koyamıyor. İşte o yeni haklar; milletvekili ve ailesine yaşam boyu kırmızı pasaport, suçlu da olsa trafik cezasının yazılmaması, her türlü sağlık hizmetlerinin TBMM tarafından karşılanması ve silah ruhsatı ödememek gibi.

‘’Milletvekillerinin yasal statüye ihtiyacı var’’gerekçesiyle hazırlanan yasa teklifi, bırakın milletvekillerine saygınlık kazandırmayı, aksine bu düzenleme ile toplumda çok fazla tepki toplayacak, milletin vekili ile arasındaki farklılık daha da derinleşecek.

Milletin aslı 30 yılda emeklilik kazanıp, çok düşük emekli maaşı ile yaşamlarını sürdürmeye çalışırken, milletin vekili olanlar ise 2 yılda emeklilik hakkını kazanarak 6-7 bin lira arasında değişen aylıklar alıyor. Toplumun vicdanını yaralayan, kanatan bu durum ortada iken yeni bir düzenleme ile şaşırtıcı haklar istemenin adı ne olur onu da siz belirleyin.

Genel Başkanların tercihi ile TBMM’ye kapağı attınız mıölene dek aileniz dahil her olanak size sonuna kadar açık. Elbette ki milletvekilliği gibi saygın bir görevi üstlenenlerin, bu görevlerinden ötürü, ama sadece görevlerinin gerektirdiği ayrıcalıklı hakları olmalı.

Ancak, 2 yılda emeklilik, kendisi ve ailesinin sağlık giderlerinin ölümlerine dek devlet tarafından karşılanması ve son olarak ömür boyu diplomatik pasaport gibi haklar, millet ile vekili arasında onarılmaz derin uçurumlar yaratıyor, tepkilere neden oluyor.

Milletin aslı çok düşük maaşla yaşamaya çalışırken, hastane kuyruklarında ömür tüketirken, vekiller bu tablo karşısında rahat bir yaşam sürdürebilmeyi kabulleniyor, içlerine sindirebiliyorlar mı? Bu sorunun yanıtını kamuoyu merakla bekliyor.İşçiye, memura, emekliye yüzde 5-6 arasında zam, kendilerine ballı kaymaklı maaş. Umarım bu yeni düzenlemeden AKP de vazgeçer.

Dedik ya Türkiye’nin gündemi o kadar sık değişiyor ki, adeta insanın başı dönüyor.

Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki patlamada 50’yi aşkın insanın yaşamını yitirmesi ve onlarca yaralı haberi toplumu derinden sarstı.

Yetkililerce Suriye gizli servisi El Muhaberat tarafından gerçekleştirildiği açıklanan saldırı beraberinde bir takım kuşkuları ve ‘Suriye’den kaçan mültecilere bu kadar destek neden?’ sorusunu da gündeme taşıdı.

Sayıları 200 bine yaklaşan, özellikle Hatay’da kontrolden çıkan, polise, askere, vatandaşa saldıran, ne yaptıkları bilinmeyen Suriyeli mültecilere daha ne kadar göz yumulacak?

Teröre binlerce şehit veren, terörden çok çeken Türkiye umarım yeni bir terör belası ile uğraşmak zorunda kalmaz.

Bu arada Türk halkı, adına ‘’Çözüm Süreci’’ denilen gelişmeyi biraz da endişe ile izliyor. Elbette kan dökülmesin, ülkede barışegemen olsun, şehitler verilmesin. Ancak bu gelişme nasıl sonlanacak, üniter yapıya zara verecek mi, federal bir yönetime geçilecek mi, terörist başı af edilecek mi? Toplumun merakla yanıtlanmasını beklediği sorular olarak ortada duruyor.

Akil İnsanlar bile gittikleri bölgelerde, nedense bu sorulara tatmin edici karşılık veremiyor, endişeleri gideremiyor. Yoksa onlarda mı bilmiyor?

Süreç yürütülürken, endişeleri gidermek adına bu soruların yanıtı net olarak kamuoyuna açıklanmalı.

Bir Başka Güzeldir Karadeniz…

Yaz mevsimine sayılı günler kala bu yıl tatilinizi, her mevsimi birbirinden daha güzel olan, daha farklı yaşanan Orta ve Doğu Karadeniz'de geçirmeye ne dersiniz?

Gelin o halde, yeşil ile mavinin kucaklaştığı Karadeniz’i daha geç olmadan tanıyın, bölgenin doğal güzelliklerini doyasıya yaşayın. Yeşile doyun, maviye doyun, mevsim balıklarıolan kalkan, barbun, istavrit ve mezgiti mısır ekmeği ve fasulye turşusu ile tadın.

Karadeniz’e ulaşım sanılanın aksine kolay. İstanbul ve Ankara’dan hava ulaşımı ile Samsun ve Trabzon’a gidebileceğiniz gibi, bölgeye kara yoluyla da rahatça ulaşabilirsiniz.
Samsun…Karadeniz’in adeta giriş kapısı. Bu kapıdan içeri adım attığınız andan itibaren sizi Karadeniz ve Karadenizli sımsıcak kucaklıyor. Samsun’u gezmeden kentten ayrılmayın. Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı başlattığı Samsun’da“Bandırma Vapuru” ziyareti sizi ülkenin dönüm noktası olan o tarihi günlere götürmeye yeter de artar bile. Kent merkezindeki Atatürk Müzesi de o tarihi günlerin izlerini, Ulu Önder Atatürk’ün anısını hala dipdiri taşıyor. Orta Karadeniz’in cazibe merkezi Samsun’da denize paralel doğu ve batı bulvarlarında yürüyüşyapmak da ayrı bir zevk.


-Ünye de Fatsa Arası-


“Çarşamba’yı sel aldı” türküsünden aşina olduğumuz Çarşamba ilçesi, bereketli ovası ve Yeşilırmağıile size sıcak bir selam verir. “Amazonlar Kenti” Terme’den meşhur pidesini yemeden sakın ayrılmayın. Üstüne bir de Halil İbrahim’in limonatalı dondurmasınıyerseniz çeltik merkezi Terme’yi bir daha unutamazsınız.


Terme’nin ardından sizi yeşil ile mavinin bütünleştiği Ordu'nun şirin ilçesi Ünye karşılar. Karadeniz’in en güzel ilçesi olarak nitelendirilen Ünye, Çakırtepe’den hem gündüz hem de gece başka bir güzel görünür. Çakırtepe’de Pelit Pideevi’nde çayınızıyudumlarken servis yapılan pidelerin görünümü ve kokusu sizi bir kez daha pide yemeye teşvik eder. Ünye'nin ardından ünlü “Hekimoğlu Türküsünün “Ünye de Fatsa arası ordu da kuruldu” dizelerini mırıldanarak Ordu'nun ticari yoğunluğu üst düzeyde olan doğa harikası ilçesi Fatsa’ya ulaşabilirsiniz. Fatsa sahil bandının güzelliği ile dikkatinizi çeker. Buradan da Dolunay ve Yalçın restorantta mevsim balıkları ile yöresel yemekleri tatmadan sakın ayrılmayın.
-Türkiye’nin en uzun tüneli-
Fatsa’dan Ordu’ya ulaşmak için iki seçeneğiniz var. Doğayla iç içe bir yolculuk yapmak, Medreseönü’ndeki ’’Uzun Saçlının Yeri’nde denize karşı közde demlenen çayınızıkeyifle yudumlamak ve Yason Burnu’nu görmek için eski Perşembe yolunu, Türkiye’nin en uzun ve en modern tünelini (Nefise Akçelik Tüneli. Uzunluk:3825 metre) görmek için ise Karadeniz Sahil Yolu’nu tercih edebilirsiniz.


Karadeniz’in çağdaşyüzü Ordu düzgün kentleşmesi ve modern konaklama tesisleri ile dikkati çekiyor. Ordu’ya gidip de teleferikle çıkacağınız Boztepe'de çay içmemek olmaz. Gülyalı ve Bulancak’ın ardından fındık ve kirazın anavatanı olarak bilinen Giresun sizi karşılayacaktır. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda yanından ayırmadığı Topal Osman’ın mezarının bulunduğu Giresun Kalesi'nden Karadeniz'in azgın dalgalarının kıyıları dövmesine tanıklık etmek ayrı bir zevktir. Ayrıca, Karadeniz’in tek adasına sahip Giresun’un yaylarını da göz ardı etmemek gerekir. Bektaş, Kümbet yaylaları,muhteşem doğasıyla sizi beklemektedir. Sahile boncuk gibi dizilen Keşap, Espiye, Tirebolu, Görele ve Eynesil birbirlerine benzeyen ama birbirlerinden yöresel özellikleriyle ayrılan Giresun’un şirin ilçeleridir.
-Ekmek diyarı Çavuşlu-


Görele’nin Karadeniz’in meşhur peynirinden yapılan yuvarlak tereyağlı pidesini tatmak bir ayrıcalıktır. Ekmeği ile meşhur Görele’nin şirin beldesi Çavuşlu’da güneşin denizden batışını izlemek çok farklı bir zevktir.


Beşikdüzü’ne vardığınızda Karadeniz’in metropol kenti Trabzon size “Hoş geldiniz” der. Bu ilçeden ulaşabileceğiniz yıllardır dillerde mırıldanılan Asiye türküsüne konu olan “Sis Dağı” adından da anlaşılacağı gibi sislerin arasında kaybolan bir doğa harikasıdır. Trabzon’un ve bölgenin en büyük ilçesi Akçaabat’ta köfte ve piyaz yemenin tadına doyum olmaz. Trabzon’da “Uzun Çarşı” , “Atatürk Müzesi” , “Sümela Manastırı”,”Boztepe” ve turizmin son yıllardaki gözde yerleşim birimi “Uzungöl”ü görmemezlik etmeyin. Trabzon’un ardından yaylarıyla ünlü Rize ve Artvin’i ziyaret etmemek bu bölgeye haksızlık olur. Özellikle iki kentte yer alan yaylalar (Ayder yaylasını görmenizi şiddetle öneririm) bir doğa mucizesini gözlerinizin önüne serer. Bu yaylalara gidip de doğal alabalık yememek büyük bir eksikliktir. Rize'nin bir bardak çayını yudumladıktan sonra, bu tadıunutamayacağınızdan eminim.


Arhavi, Hopa ve Gürcistan’a giriş kapısı olan Sarp’ı ziyaretle Doğu Karadeniz gezisini sonlandırabilirsiniz. Bu arada Sarp’tan pasaport olmaksızın nüfus kağıdı ile Batum’a günübirlik ziyaret yapmak da olası.


Haydi! mavinin ve yeşilin buluştuğu Karadeniz’e, Haydi! Turizmin yeni gözdesi Karadeniz’e, Haydi! fındığın, balığın ve çayın anavatanı Karadeniz’e…

Kıdem Tazminatı Kalkıyor Mu?

İşçinin en temel hakkı olan kıdem tazminatının kurulacak bir fona devredilmesi bu kez daha ciddi birşekilde gündemde.
İlk kez 1936 yılında 3008 sayılı yasa ile iş kanunu mevzuatına giren, işçinin en büyük güvencesi olan kıdem tazminatının fona devredilmesi, uzun yıllardır gerek hükümet gerekse işveren kuruluşlarının sürekli hedefinde olan bir konu.
Kıdem tazminatının kurulacak bir fona devredilmesi, hem 61. hükümetin programında hem de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın hazırladığı Ulusal İstihdam Stratejisi’nde de yer alıyor.
Geçtiğimiz günlerde işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinin katılımı ile gerçekleştirilen Üçlü Danışma Kurulu toplantısında taşeronluk, özel istihdam büroları ve özellikle kıdem tazminatı ele alınarak, bundan sonra izlenecek yöntemler tartışıldı. Toplantıda taşeron işçilerinin sorunlarıüzerinden öncelikle bu kesim için bir “bireysel kıdem hesabı”nın açılması önerildi.
Her ne kadar Başbakan Tayyip Erdoğan kıdem tazminatının fona devredilmesi konusunu “rafa kaldırıldığını” açıklasa da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı kamuoyunu ve sendikaları test amacıyla bu konuyu aralıklarla gündeme getiriyor, bir anlamda işçinin tepkisini ölçüyor.
Bakanlık, taşeron işçilerin de kıdem tazminatından yararlanması için fon kurulmasının zorunlu olduğunu, fonun kurulması halinde bu işçilerin mağdur olmayacağını, kıdem tazminatına hak kazanacağını savunuyor.
Ülkemizde, işveren tarafından on bir ay çalıştırılıp girdi-çıktı yapılarak kıdem tazminatı hakkından yararlanamayan yaklaşık 1.5 milyon taşeron işçi bulunuyor.
Kıdem Tazminatı Fonu oluşturulmasını Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) ile Hak-İşdesteklerken, Türk-İş ve DİSK, mevcut hakların geriye gideceği, işçinin hak kaybına uğrayacağı gerekçesiyle karşı çıkıyor.
Hem Türk-İş hem de DİSK kıdem tazminatının kaldırılarak bir fona aktarılması halinde genel greve gideceklerini daha önceki genel kurullarında karar altına almışlardı. Türk-İş ve DİSK’in kararları hükümetin kıdem tazminatı fonunun kurulmasına yönelik yapacağı çalışmaları da bir ölçüde engelliyor, deyim yerinde ise bu çalışmalara takoz koyuyor.
Yapılacak yasal düzenleme ile taşeron işçilerin de fon kurulmadan mevcut sistemden kıdem tazminatı alabilmelerine olanak sağlanabilir. Yasal düzenleme ile taşeron işçilerin yararlanma koşulları kolaylaştırılabilir, bu işçiler de kıdem tazminatına hak kazanabilir.
Ne var ki burada amaç, özellikle işverenler tarafından ‘yük’olarak nitelendirilen işçinin en temel hakkı ve güvencesi olan kıdem tazminatısüresini bir aydan on beş güne düşürerek fona devretmektir.
Eğer fon kurulursa, işverenler bu fona belli oranda prim ödeyecek ve kıdem tazminatını hak eden işçilere ödeme buradan yapılacak. Fonun hayata geçmesi ile birlikte, işten çıkarmada işverenin kıdem tazminatı ödeme yükümlülüğü kalkacağından işten çıkarmalar kolaylaşacak, iş güvencesi zayıflayacaktır.
“Taşeron işçileri kıdem tazminatı almıyor” gerekçesiyle oluşturulması düşünülen fona, her yıla 14 günlük ücreti üzerinden prim yatırılması ve en az 10 yılın sonunda fonda biriken tazminatın işçilere ödenmesi öngörülüyor.
1936 yılında 5 yıllık kıdem şartına 15 günlük ücret ödenmesi hüküm altına alınmış iken, fonla en az 10 yıllık kıdeme 14 günlük ücret ödenmesi öngörülüyor. Yani kıdem tazminatı hakkı, 1936’nın daha da gerisinde kalıyor.
TİSK, kıdem tazminatının her yıla 15 günlük ücret üzerinden ödenmesini görüşünde. Halen kıdem tazminatı, işçinin işyerinde en az bir yıl çalışması koşuluyla işten çıkarılması ve yasadaki diğer nedenlerle iş akdinin feshi halinde, çalışılan her yıl için 30 günlük ücreti üzerinden ödeniyor.
İşverenlerin yasal yükümlülüklerini yerine getirmemeleri, primlerini ödeyememeleri veya geciktirmeleri durumunda fon bir süre sonra işçiye tazminat ödeyemez hale gelebilir.
Kurulmasıöngörülen Kıdem Tazminatı Fonu, tıpkı Konut Edindirme Fonu, Zorunlu Tasarruf Fonu, İşsizlik Sigortası Fonu’nda olduğu gibi hükümetler tarafından amacı dışında kaynak olarak kullanılabilir.


Burada fonun kurulmasıyla işçinin ne denli hak kaybına uğrayacağı açıkça görülüyor. Önümüzdeki günlerde bu konuda nasıl bir gelişme olacağını işçiler kadar kamuoyu da merakla bekliyor.

17 Mayıs 2013 Cuma

Aşık Veysel Tutkusu

Neredeyse filmi tek başına sürükleyen 12 yaşındaki Abdülkadir Tuncer’in 49. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘’En İyi Erkek Oyuncu’’ ödülü kazanması, Türk yapımı mı, Avusturya yapımı mı? gibi tartışmaları beraberinde getiren’ ’Güzelliğin On Par’ Etmez’’ çok uzun bir bekleyişin ardından gösterime girdi.
Almanya’da yetişen genç nesil yönetmenlerden Hüseyin Tabak’ın çektiği Güzelliğin On Par’ Etmez, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde beklentilerin aksine büyük bir sürpriz yaparak, ‘En İyi Film’, ‘En İyi Erkek Oyuncu’, ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’, ‘En İyi Senaryo’,‘En İyi Montaj’, ‘Behlül Dal Jüri Özel Ödülü’ dallarında ödül kazanmıştı.
Hüseyin Tabak’ın senaryosunu da yazdığı, Türkiye’den Avusturya’ya göç eden ailenin burada yaşadıkları uyumsuzluk, karşılaştıklarızorluklar ve ırkçılığa karşı verdikleri mücadeleyi anlatan film, 12 yaşındaki Veysel’in (Abdülkadir Tuncer) özellikle okulda yaşadığı dil sorunu ve aşkı üzerine odaklanıyor.
Terör örgütü üyeliğinden hapis yatan babası (Nazmi Kırık), annesi (Lale Yavaş) ve baba ile kavgalıserseri ağabey Mazlum ( Yuşa Durak) ile birlikte ülkesinden binlerce kilometre uzaklıktaki Avusturya’daki okulda Almanca öğrenmeye çalışan içe dönük Veysel, gizliden gizliye kendisi gibi göçmen olan Arnavut Ana’ya (Milica Paucic) tutkundur. Veysel okuldaki ayrımcılığın yanısıra babası ve ağabeyi arasındaki aile içi kavganın da arasında kalmıştır.
Avusturyalı öğretmenin sevgisizliği ve sınıftaki arkadaşlarının ırkçı yaklaşımları ile köşeye sıkışan, adeta yalnızlaşan, eğitimdeki başarısızlığından ötürü ailesi ile birlikte sınır dışı edilmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalan Veysel’e komşuları olan bıçkın Türk genci Cem (Orhan Yıldırım) yardımcı olacaktır.
Veysel, sert karakterli, ancak özünde iyi bir Türk genci olan Cem’in katkıları ile adını aldığı, tutkunu olduğu unutulmaz ozan Aşık Veysel’in ‘Güzelliğin On Par’ Etmez, Bendeki Bu Aşk Olmasa’’ şiirini Almancaya çevirir. Veysel, Cem’in söylediği gibi‘Aşık Veysel’in Almancasını’’ yazmayı başarmıştır.
Aşık Veysel’in şiirini başarı ile Almancaya çeviren , bu başarısı ile sevinen Veysel’i ne yazık ki üzücü bir haber beklemektedir.
Aşık Veysel sevgisini, duygusallığı ve naifliği bünyesinde barındıran Güzelliğin On Par’Etmez, Hüseyin Tabak’ın ilk filmi olmasına karşın, dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyor.
Özellikle filmin sonunda usta ozanın kendi sesinden söylediği unutulmaz türkü seyirciyi mest ediyor. Aldığı ödül tartışmaları beraberinde getirse de, içe dönük Veysel karakterini başarı ile canlandıran Abdülkadir Tuncer’in hakkını teslim etmemek haksızlık olur.

Merhaba

Merhaba sevgili dostlar.

Bundan böyle, tüm yazılarımı bu sayfada sizlerle paylaşacağım.

Esenlikler...

Şükrü Karaman