Sayfalar

25 Ağustos 2015 Salı

Karadeniz’i Sel Aldı

Kavurucu sıcaklıkların ardından gelen serin hava bir ölçüde rahatlattı.

Rahatladık iyi de, Karadeniz yine sel felaketine uğradı.

İnsanlar selin kurbanı oldu, evler, yollar, köprüler yıkıldı, ulaşım sağlanamadı.

Serin hava beraberinde yağışları hem de aşırı yağışları getirerek Karadeniz’de yeniden doğal afete yol açtı.

Son yıllarda yaşanan mevsimsel değişiklikten ötürü aşırı sıcağın ardından sellere yol açan yağışlar, en çok Karadeniz Bölgesi’ni olumsuz etkiliyor, can alıyor.

“Yaramaz Çocuk” diye tanımlanan küresel iklimin bir türü olan “El Nino”, yaz mevsiminde hem bunaltan sıcaklıklara, hem de sellere yol açan yağışlara neden oluyor.

Aslında sel Karadeniz’in yazgısı.

Karadeniz ile sel birbiriyle özdeşleşmiş iki sözcük gibi.

Önceki yıllarda Trabzon Maçka, Rize, Samsun, Fatsa, Ünye ve diğer yerleşim birimlerinde onlarca can alan doğal afet bu kez Artvin’i vurarak, 7 kişiyi yaşamdan kopardı.

50 yılın en büyük faciası olduğu belirtilen sel, Artvin’de önüne ne geldiyse sildi süpürdü, yıkıp geçti.

İhmal, duyarsızlık, inatlaşma ve sorumsuzluk her yıl istenmeyen bu facialara yol açıyor.

Aşırı yağış alan bir bölgede dere yatağına ev yapan anlayış, buna izin veren sorumsuzluk, halkın karşı çıkmasına karşın her dereye, ırmağa inatla yapılan HES’ler böylesi facialara vize veriyor.

Termik santrallerin atmosfere saldığı sera gazları da küresel iklimi yaratıyor.

Her yıl tekrarlanan faciadan ne yazık ki gerekli dersler alınmıyor, alınamıyor.

Zaten Türkiye doğal afetlerin en fazla zarar verdiği ve vereceği bir ülke.

1999 depreminin ardından yıllar geçti, uzmanlar yırtınırcasına “felaket geldi, geliyor” diye bağırıyor. Ama bu çığlığı ne duyan , ne de yeterli önlemleri alan var.

Doğal afetin ne zaman geleceği belli olmaz.

Ancak buna karşı alınacak önlemler de ihmale gelmez.

Bu kadar yaşanan acı deneyimlere karşın, neden önlemler ihmal ediliyor, neden dere yatağına konut izni veriliyor, neden ırmaklar, dereler gerekli şekilde ıslah edilmiyor, derelerin akış güzergahını değiştiren, doğal yatağını bozan HES’ler neden hala kuruluyor anlamak mümkün değil.

Bölge insanı bile bile adeta ölüme davetiye çıkarırcasına, “Bir şey olmaz” mantığı ile sele açık alanlara konut yapıyor, yerel yönetimler de bu konutlara ruhsat , dereleri kurutan HES’lere ÇED raporu veriliyor, sel felaketi can aldıktan, yıkıp geçtikten sonra da bazı şeyleri sorgulamaya başlıyoruz.

Yani iş geçtikten sonra konuşuyor, yazıyor, çareler aramaya başlıyoruz.

Elbette ki doğal afetin ne zaman, nereden geleceği bilinmez.

Ancak önceden önlemler alınabilir, eksiklikler giderilebilir, insanlar bilgilendirilebilir.

Sel artık Karadenizlinin yazgısı olmaktan çıkarılmalı, bu doğal afete karşı koruyucu önlemler ivedilikle hayata geçirilmeli.

Yoksa gelecekte de sel daha çok canlar alır, yine dövünüp dururuz.

Türküdeki gibi Çarşamba’yı da, Karadeniz’i de sel almasın.

Yerleşim birimlerinin alt yapısını sağlıklı şekilde yapamayan, dere yataklarına imar izni veren, sele karşı yeterli önlemi alamayan yerel yöneticilere birilerinin ‘’istifa’’ sözcüğünü anımsatmasında yarar olacağını düşünsem de bu sözcüğün Belediye Başkanlarının lugatında bulunmadığına da eminim.

Japonya ve bazı Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasındaki en önemli fark da bu olsa gerek.

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Uzungöl Araplara ve Betona Teslim

Karadeniz’in gözde turizm merkezi Uzungöl adeta betona ve Arap turistlere teslim olmuş.


Çok değil 10 yıl önce bakir bir yapıya sahip Uzungöl’ü çevreleyen dağ yamaçlarına geçen süreçte birileri daha fazla para kazansın, karına kar katsın diye pıtrak gibi turistik tesisler kondurulmuş.

Daha önceki Belediye Başkanı hatır uğruna her isteyene otel yapımı ruhsatı verince olanlar olmuş yeşil doğanın böğrünü ucube binalar istila etmiş.

Sadece bu tesisler değil, yeme-içme kültürü çok farklı olan, hijyenik kurallara önem vermeyen Arap turistler de neredeyse Karadeniz’in bu cennet köşesini istila etmiş.

Uzungöl’ü ziyaret edenlerin çoğunluğunu Arap turistler oluşturduğundan çevre kirliliği de bir hayli fazla.

Esnaf da daha fazla kazanayım diye, her şeyin fiyatını anormal derecede pahallı.

Nasıl olsa Araplara istediği fiyattan her şeyi satıyor.

Onların gözünde varsa yoksa yabancılar özellikle Suudi Arabistan, Katar ve İran'dan gelenler.

Tabii bu arada olan, yerli turiste oluyor.

Pahalı diye itiraz ettiğimiz satıcı, “ Yabancılar geldi böyle oldu. Onlara istediğimiz fiyattan satıyoruz” diyerek turisti yolunacak kaz gibi gördüğünü de itiraf etmiş oldu.

Esnafa “ Neden bu kadar yapılaşmaya izin verildi” diye sorduğumuzda eli ile işaret ederek, “Burada her şey paraya endeksli. Bu fırsatı değerlendirmemiz lazım” diye karşılık veriyor.

Kısaca parası bol, temizlik yoksulu Arap turistler, aşırı para kazanma iştahındaki esnaf ve çevreyi gözardı ederek her isteyene yapı ruhsatı veren anlayış, turizmin göz bebeği Uzungöl’ü yok olmaya doğru sürüklüyor.

Bu anlayış sürdüğü müddetçe ki öyle görünüyor, gelecekte dört bir yanı beton yığınları ile çevrili, kirlenmiş ve küçülmüş bir göl kalacak.

O zaman da bu turisti arayıp bulamayacaksınız.

Birilerinin bu yanlışa, aşırı para kazanma hırsına, yeşili katletmesine “dur” demesi lazım.

16 Ağustos 2015 Pazar

Sıcak Hava Bunaltırken

Meteoroloji ve bilim insanlarının daha önceden açıkladığı gibi Türkiye son yılların en sıcak yaz mevsimini yaşıyor.


Haziran ayının ardından bastıran aşırı sıcak hava neredeyse nefes aldırmıyor.

O denli bunaltıcı, o denli yakıcı bu yılki yaz mevsimi.

Bilim insanlarına göre, Türkiye’yi gelecekte daha da sıcak bir iklim bekliyormuş.

Anlaşılan bugünkü bunaltan aşırı sıcağı bile mumla arayacağız.

Son yıllarda dünyayı olumsuz etkileyen küresel iklim neden kaynaklanıyor derseniz!

Kuşkusuz buna verilecek öncelikli yanıt, insanoğlunun kendisine cömert davrandığı, adeta yaşam sunduğu doğayı, çevreyi, yeşil bitki örtüsünü katletmesi, kirletmesi, koruyamaması.

Bazılarının küçümsediği, bıyık altından güldüğü, şiddet ve tepki gösterdiği “çevreci” örgütlerin, kişilerin neden doğayı korumaya çalıştığı, termik santrallere karşı neden mücadele ettiği şu sıcak günlerde çok iyi anlaşılacaktır umarım.

Kuşkusuz doğayı kirleten en önemli etken fosil yakıt olarak tanımlanan kömür ve petrol türevleri ile çalışan enerji santralleri.

Fosil yakıtlar, enerji üretimi ve tüketimini artırması, ekonomiyi büyütmesine karşılık çevreye aşırı oranda zarar vermektedir.

Çünkü fosil yakıtlarla çalışan enerji üretim merkezleri, küresel ısınmaya yol açan sera gazını havaya salmakta, bu da küresel iklim denilen aşırı sıcak havayı oluşturmaktadır.

Uzmanların da işaret ettiği gibi, gelecekte çevreyi, yeşili daha çok erozyona uğratacak fosil yakıtla enerji üretimi yerine, yenilenebilir kaynaklara yönelmek tek çözüm.

Yenilenebilir enerjiyi oluşturan rüzgar ve güneş fazlasıyla ülkemizde mevcut.

Türkiye’de enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 87’si fosil yakıtlardan, yüzde 6’sı odundan, yüzde 4’ü hidrolik, yüzde 3’ü ise yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanıyor.

Oysa rüzgarı ve güneşi bol olan Türkiye’nin bu kaynaklardan daha fazla yararlanması, fosil yakıt yerine buraya yönelmesi gerekiyor.

Zaten dünyada çoğu ülke çok önceden rüzgar ve güneşten yararlanmaya başladı bile.

Ülke olarak bu konuda çok geç kaldık.

Türkiye’nin elektrik tüketiminde dünyada Çin’den sonra ikinci ülke olduğu, kendi kaynakları ile bu tüketimin ancak yüzde 28’ini karşılayabildiği dikkate alınırsa güneş ve rüzgar enerjisinin önemi bir kez ortaya çıkıyor.

Ayrıca fosil yakıtlarla enerji üreten Türkiye kömür ithalatı için tonlarca parayı da diğer ülkelere akıtıyor.

Yenilenebilir enerjinin yaygınlaşması ile hem fosil yakıtın çevreye verdiği zarardan kurtulacağız, bir o adar da tasarruf etmiş olacağız.

Fosil yakıt tehlikesini, güneş ve rüzgarın potansiyelinin ayırtına yeni varmamıza karşın, özellikle Ege’de rüzgar tribünleri yaygınlaşıyor, enerji üretiliyor.

Temiz ve yeşil bir çevre için daha çok yenilenebilir enerjiye gereksinmemiz var.

Yoksa fosil yakıtta ısrar sürerse gelecekte bizi daha da sıcak, kavurucu günler bekliyor olacak, yeşil bitki örtüsü sararıp yok olmaya doğru yönelecek.

İşte bu nedenlerden, tehlikeden ötürü çevre için mücadele edenleri kınamayın, küçümsemeyin, aksine onlara sahip çıkın.

7 Ağustos 2015 Cuma

Ölüme Davetiye

Hükümetin kararnamesi tam da 4 işçinin yol inşaatında göçük altında kaldığı gün Resmi Gazete’de yayımlandı.

Kararname maden ocaklarında ölüme  adeta davetiye çıkarır nitelikte.Kararname ile kömür madenlerinde kullanılan patlamayı önleyici sistemlerin uluslararası standartlara uygun hale getirilmesi süresi 2020 yılına kadar uzatıldı.

Yani bundan böyle patlama olasılığı olan madenlerde eski koruyucu malzeme ve teçhizatlarla çalışmaya sorumluluk işverende olmak üzere  devam edilecek.

Devlet açıkça işverene, “sorumluluğu üstlenirsen eski ve yıpranmış koruyucu malzemelerle üretim yapabilirsin” diyor. Bunun anlamı daha Soma ve Ermenek’teki faciaların acısı dinmeden, böylesine talihsiz bir kararnameyle işçileri güvenliksiz ocaklarda çalıştırarak ölüme göndermek değil de ne?

İş cinayetlerinde sabıkası bir hayli kabarık Türkiye’de yaşanılan acılardan ders alınmamışcasına yeni ölümlere, facialara davetiye çıkaracak böyle bir kararnamenin yayınlanmasının, gözünü kar hırsı bürümüş işverenleri cesaretlendirmekten başka ne amacı olabilir?

Maden Mühendislerinin araştırmasına göre, kömür üretimi yapan 176 işyerinde yapılan teftişler sonucunda 126’sı yönetmeliğe uygun olmadığı için kapatılmış.

Yani bu işyerlerinde çalışan emekçiler  uluslararası standartlara uygun koşullarda çalışmıyor, grizu ve göçük tehlikesi  altında her an ölümle burun buruna kazma sallıyorlarmış. Kapatılan 65 işyeri patlayıcı önleme sistemi sertifikasına sahip değilmiş. Şimdi Hükümetin yayımladığı bu kararname ile patlamalara karşı hiçbir güvenlik önlemlerinin bulunmadığı 65 ocak açılacak, işçiler de karın tokluğuna burada çalışacak. Ne denli korkutucu ve ürkütücü bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu Maden Mühendislerinin araştırması gözler önüne seriyor.

Ama kim anlayacak, bu ölümlere kim dur diyecek. Acımasız, ocaklara ateş düşüren, geride gözü yaşlı aileler ve yetimler bırakan iş cinayetlerine karşı ciddi önlemler  alınması gerekirken,  yeni facialara yol açabilecek kararname ile toplumsal seferberlik, duyarlılık nasıl sağlanabilir? Emin olun olası bir faciada olay yerine gelen bakanlar, yetkililer “ bunun hesabı sorulacak”, “ ihmali olanlar mutlaka cezalandırılacak” diye nutuk atacak, kameralar karşısında göz yaşı dökecekler.

Eğer, iş cinayetlerine karşı kararlı, caydırıcı  bir tutum yerine, ölümlere davetiye çıkarır nitelikteki kararname ile ölüm ocaklarında üretime izin verirseniz bu açıklamalarınıza hiç kimse inanmayacaktır.

Güvenliksiz, yıpranmış koruyucu sisteme sahip ocaklarda canlarını yitirecek emekçilerin vebali de omuzlarınızda olacaktır. Hiçbir para, maddi karşılık bir can kadar değerli değildir.

1 Ağustos 2015 Cumartesi

Memur-Sen'in Vebali

Hükümet ile memur sendikaları 2.5 milyon memur ile 2 milyona yakın memur emeklisi adına 3 Ağustos’ta (pazartesi) masaya oturuyor. Memur, sözleşmeli personel ve memur emeklisinin maaşına 2016 ve 2017 yılları için yapılacak zammı saptamak üzere yürütülecek toplu iş sözleşmesi görüşmelerine Hükümet, Memur-Sen, Türkiye Kamu-Sen ve KESK temsilcileri katılacak.


Türkiye Kamu-Sen ile KESK’in imza yetkisi olmadığından zammı Memur- Sen ile Hükümet belirleyecek. Yani son sözü Hükümet ve Memur-Sen söyleyecek. Aslında 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası’nda değişiklik yapılarak tüm memur konfederasyonlarına karar alma sürecinde üye sayıları doğrultusunda yetki verilebilir. Böylelikle zam kararı tek konfederasyonun iradesine bırakılmaz.
Emekçi dostu rahmetli Bülent Ecevit’in yoğun çabası ile 2001’de çıkarılan ve kamu çalışanlarına armağanı olan 4688 sayılı yasada radikal bir değişiklik yapılmasının zorunluluğu geçen süreçte açıkça ortaya çıktı. 1 ay sürecek görüşmelerde sonuç alınamazsa memur zammı Kamu Görevlileri Hakem Kurulu tarafından belirlenecek. Kuruldan geçmiş yıllarda memurun talep ettiğinden çok Hükümetin önerdiği veya bir miktar üzerindeki zam kararı çıkmıştı.

Kurul bugüne dek memuru sevindirecek bir karara imza atmadı. Eğer bu görüşmelerde de uzlaşma sağlanamayıp, sözleşme kurulun önüne giderse çok farklı bir sonucun çıkmayacağı kesin.
Kamu çalışanlarının grev hakkından yoksun olması, elini kolunu bağlamakta Hükümetin veya Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun verdiği zamla yetinmektedir. Kuşkusuz bu toplu iş sözleşmesi sürecinde tüm sorumluluk yetkili konfederasyon Memur-Sen’in omuzlarında.
İki yıl önce bağıtladığı toplu iş sözleşmesi ile tepki çeken, eleştiri bombardımanına tutulan Memur-Sen’in bu kez takınacağı tavır çok önemli. O sözleşme ile yıllardır enflasyon farkı alan kamu çalışanları ile memur emeklisi bu haktan yoksun kalmış, hak kaybına uğramıştı. 2013’teki sözleşmeyi imzalayan eski Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’nun 7 Haziran’da AKP’den Ankara Milletvekili seçilerek karşılığını aldığı, ödüllendirildiği yorumları sendikal çevrelerde hala konuşuluyor. Enflasyon farkı ödenmemesi ve diğer haklardan ötürü bir memurun ortalama 2 bin lira kaybı oldu. Kamu çalışanları öncelikle bu kaybın ödenmesini istiyor. Yetkili konfederasyon Memur-Sen toplu iş sözleşmesi masasına maaşlara birinci ve ikinci 6 aylar için yüzde 8+8 ve seyyanen 150 lira zam, ilaveten yüzde 1.5 refah payı eklenmesi talebi ile oturacağını açıkladı. Bakalım bu taleplerinin ne kadarını alabilecek?

2002’den bu yana üye sayısını 20 kat artışla 41 binden 836 bine çıkaran, sırf üye sayısını artırmak amacıyla kamu çalışanlarının hoşnut olmadığı sözleşmelere imza atan Memur-Sen eleştirilerden ders alabildi mi?
Bu kez de memur ve emekliyi düş kırıklığına, hak kaybına mı uğratacak? Memur-Sen 2.5 milyon memur ile 2 milyona yakın memur emeklisinin vebalinin omzunda olduğunu düşünerek masaya oturmalı.