Sayfalar

17 Ekim 2016 Pazartesi

Modern Kölelik

Sendikaların “Modern Kölelik” olarak nitelendirdiği kiralık işçilik dönemi resmen başladı.
Bu yılın başında yasalaşan kiralık işçi çalıştırma koşulları ile ilgili yönetmelik geçtiğimiz hafta Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre doğum sonrası yarı zamanlı çalışmada, mevsimlik tarım işlerinde, ev hizmetlerinde, günlük işlerden sayılmayan ve aralıklı olarak gördürülen işler, iş sağlığı ve güvenliği açısından acil olan işler, işletmenin ortalama mal ve hizmet üretim kapasitesinin öngörülmeyen şekilde artması durumunda ve dönemsellik arz eden iş artışlarında kiralık işçi çalıştırılabilecek.
Kiralık işçi çalıştırma süresi en fazla 8 ay olacak. Geçici işçi çalıştıran işveren belirtilen sürenin sonunda aynı iş için 6 ay geçmedikçe yeniden geçici işçi çalıştıramayacak. 10 veya daha az işçi çalıştıran işyerleri 5 işçiye kadar kiralık işçi çalıştırabilecek. Kiralık olarak çalıştırılacak işçi sayısı toplam işçi sayısının dörtte birini geçemeyecek.
İşveren hamilelik, askerlik, yıllık izin ve hastalık hallerinde işçi kiralayabilecek.  İş ve işçi arayanlar özel istihdam bürolarına başvurabilecek.  Bürolar işveren ile kiralık işçi arasında iş sözleşmesi imzalayacak. İşverenler, kiralık işçinin ücretini büro aracılığı ile ödeyecek. Bürolarda belli oranda komisyon alacak.
Her ne kadar yanıla yakıla iş arayanlara geçici bir çözüm sağlasa da işçiler ihbar ve kıdem tazminatına hak kazanamayacak. Çünkü bir yıl çalışma süresini doldurmadığından işçi kıdem tazminatı alamayacak.
Ayrıca, kiralık işçilerin boşta geçen süreleri için ödeme yapılmayacak. Yönetmelik kiralık işçilerin kıdem ve ihbar tazminatlarına ilişkin belirsizliği gidermiyor.
 Kiralık işçiler çalıştıkları dönemde işyerindeki sadece sosyal hizmetlerden eşit muamele ilkesine göre yaralanacak. Ekonomik haklardan eşit yararlanmaya ilişkin düzenleme yok. Kiralık işçilerin sendikal örgütlenme, toplu pazarlık ve grev haklarına ilişkin belirsizlikler sürüyor. Kiralık işçilerin hangi işkoluna göre örgütleneceği belirsizliğini koruyor.   Düzensiz ve belirsiz süreli çalışacak kiralık işçilerin toplu iş sözleşmelerinin nasıl yapılacağı belirsiz. Yönetmelik grev hakkı konusunda da açıklık getirmiyor. Kiralık işçilerin sendikalaşma, toplu pazarlık ve grev haklarını mevcut sistem içinde kullanmaları neredeyse imkansız.
Özel istihdam büroları bir nevi işçi simsarlığı yapacak. Yaptıkları bu işin karşılığında da belirli oranda para kazanacak.Tabii kiralık işçilerin ne kadarı kayıt altına alabilecek orası muamma.
İşveren ile bürolar pekala el altında anlaşıp kiralık işçiliği resmiyete dökmeyebilir. Hali ile yüzde 31 düzeyinde olduğu belirtilen kayıt dışı istihdam daha da artabilir. Zaten başı kayıt dışılıktan eni konu ağrıyan Türkiye için bu durum hiç de iyi olmaz.
Sendikaların ısrarla dile getirdiği gibi bu uygulamadan ötürü ülkenin her yanında “Modern Köleler” mantar gibi çoğalabilir.  Olumsuz tablonun oluşmaması için işçi kiralamaya aracılık edecek büroların aralıksız denetlenmesi gerekiyor.
Eğer gereği gibi denetlenmez, başıboş bırakılıp, piyasada istedikleri gibi at oynatırlarsa işte o zaman sendikalar haklı çıkar istihdamda kiralık işçilik egemen olmaya başlar.
Her ne kadar işsizliğin önlenmesine bir nebze katkı sağlasa da, kiralık işçiliği, sendikaların deyimi ile “Modern Köleliği” yaygın hale getirecek gibi.
Tabii yasanın işçiye ne denli yararı ya da zararı olacağını uygulama yaygınlaştıkça daha iyi göreceğiz.
Bu arada CHP bir süre önce yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu.

Bakalım Yüce Mahkeme bu konuda nasıl bir karar verecek? 

12 Ekim 2016 Çarşamba

Fındıkta Aynı Senaryo

Fındıkta geçen yılki senaryo uygulamaya başlandı.
Sezon başında 15 liraya dek yükselen fiyatlar, 12, hatta 11.50 liraya kadar geriledi. Yine birileri araya girdi fındık üreticisinin emeğine, beklentisine büyük darbe indirdi. Gerileyen fiyatlar karşısında çilekeş köylü şok oldu.
Oysa bu yıl rekoltenin çok az olmasından ötürü beklenti fiyatın 15 liradan aşağıya olmayacağı yönündeydi. Ürün kıt fiyatlar yine aşağılarda. Serbest piyasada neye göre belirlendiği bilinmeyen fiyatlara akıl sır ermiyor. 

Haydi geçen yıl rekolte çok yüksekti fiyatlar ondan düşüktü diyelim. Bu sezon neredeyse geçen yılın üçte biri kadar hasat yapıldı. Yani az olmasına rağmen fındık yine para etmiyor, 20 liralık beklentiye karşılık 11-12 lira bandında dolanıp duruyor.
Serbest piyasanın belirlediği fiyatlar karşısında kaybeden, hayal kırıklığı yaşayan hep üretici oluyor.
Ünye Ticaret Borsası Başkanı Mustafa Uslu, fiyat düşüşünün eylül ayında gerçekleşen ihracatın azlığından ve fındığın kalitesizliğinden kaynaklandığını açıklamış.
Fiyatın artması, üreticinin beklediği düzeye çıkması için piyasanın ihtiyacı karşılayamaması gerektiğini vurgulayan Mustafa Uslu, emanete fındık vermenin de fiyatları olumsuz etkilediğini belirtmiş.
Yani Ünye Ticaret Borsası Başkanı üreticiye, “Fındığınızı emanete vermeyin, sıkın dişiniz” demek istiyor. İyi güzel de borcu, acil paraya ihtiyacı olan üretici fındığını satmasın da ne yapsın? Kim ne derse desin, bol ürün olsa, olmasa da üreticinin mağduriyetinin tek sebebi belirli tekellerin, şirketlerin piyasada istediği gibi at oynatması, fiyatları belirlemesidir. Sözcü gazetesi yazarı Soner Yalçın’ın 5 Ekim’deki yazısını bir zahmet bulup okuyun. Yalçın, fiyatların serbest piyasada kimler tarafından, nasıl belirlendiğini çok güzel, net ifadelerle anlatmış. Zaten bölge halkı, fındık üreticisi de fiyatların neden gerilediğini, ürününü neden hakkıyla satamadığını biliyor. Çünkü yıllardır oynanan oyunu artık yaşayarak öğrendi. Aslında fındıkta oyun, üreticinin mağduriyeti, devletin ve FİSKOBİRLİK’in piyasadan elini ayağını çekmesi ile başladı Ne zaman ki devlet alım yapmadı tekeller, sırtı kalın tüccarlar ortaya çıktı, piyasaya egemen oldu, fındık para etmemeye, çok ucuza satılmaya başladı. Karadenizli üreticinin temel geçim kaynağı olan fındığın bu denli aşağıya düşmesi, değerini bulamaması, köylü kadar zincirleme olarak bölge esnafını, diğer tüccarları , dolayısıyla ekonomiyi olumsuz etkiliyor. Ürünü para etmeyen fındıkçı nasıl alışveriş yapsın, piyasa, bölge ekonomisi nasıl canlansın? Yıllardır “devlet yeniden fındık alsın” diye bağırılıyor, yazılıp çiziliyor. Ama nedense bu talep hep görmezden geliniyor.
Oysa Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik üreticinin mağdur olmaması için devletin gerekirse alım yapabileceğini daha bu sezon başı açıklamıştı. Fiyatların inanılmaz bir şekilde gerilediği bugünlerde devletin konuya el atmasının tam zamanı değil mi? Hem de ne çok. Yine önceki yıllarda üreticinin güven kapısı olan, bugün ekonomik güçsüzlükten ötürü eski günlerini mumla aratan FİSKOBİRLİK de devlet desteğiyle piyasaya yeniden sokularak ürün alımı sağlanabilir. Yani üreticinin gözbebeği olan bu güzide kurum yeniden dinamik yapıya kavuşabilir. Yeter ki devlet desteklesin. “Devlet serbest piyasaya müdahale etmez” mantığı devam ederse üretici yine kan ağlar, üç beş tüccarın insafına terk edilir. Aynı senaryo gelecek yıl da uygulanır. Kimsenin kuşkusu olmasın. Onun için devletin fiyatlardaki düşüşü önlemesi, üreticinin mağduriyetini gidermesi adına piyasaya mutlak müdahale etmesi şart.
Sahi fındıkta ne oluyor?


18 Eylül 2016 Pazar

İyi Yürekli Adam

Gerek duruşu, gerek oyunculuğu, gerekse toplumsal sorunlara duyarlılığı ile Türk sinemasının en önemli oyunculardan biriydi.
Soner Yalçın’ın da belirttiği gibi o gençliğimizin idolü, cesur, yakışlı ve de iyi yürekli kahramanımızdı.
  “Solan Bir Yaprak” , “Emine”, “Ah Nerede”,” Mavi Boncuk”, “Sev Kardeşim” , “Gece Kuşu Zehra”, “Bizim Aile”  salon oyunculuğunu, yüzünün güzelliğini öne çıkaran filmleriydi.
 Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” filmindeki “Damat Ferit” karakteri onu Türkiye’ye sevdiriyor, seyircinin gönlünde ayrı bir yer açıyordu. Tıpkı Kemal Sunal’ın canlandırdığı “İnek Şaban”, Münir Özkul’un hayat verdiği “Kel Mahmut” ile “Güdük Necmi”, “Badi Ekrem”, “Hayta İsmail” ve diğerleri gibi.
Salon filmlerinin ardından rol aldığı yapıtlarıyla belleklerde iz bıraktı, öne çıkmaya başladı.   

“Nehir”, “Maden, “Baraj”,  “Pehlivan”, “Kanal”, “Canım Kardeşim”, “Karartma Geceleri”, “Ses”, “Adak” filmleri onun için dönüm noktasıydı.
Bu yapıtlarla salon karakterine bir anlamda veda ederek, toplumsal sorunlara ağırlık veren, gariban, çaresiz Anadolu insanının yaşadıklarını, sıkıntılarını, dertlerini anlatan filmlerde oynamaya başladı.
Özellikle Kahraman Kral ve Halit Akçatepe ile rol aldığı “Canım Kardeşim” varoşlarda kıyıda kalmış, yoksul insanların çektiği acıyı, umutsuzluğu başarılı şekilde gözler önüne seriyordu. İlk kez sinemada izlediğimde ne denli hüzünlendim, ağladım ise televizyonda izlediğimde de aynı hüznü yaşıyor, gizlice göz yaşı akıtıyorum.
O denli sahi, o denli hayatın acımasızlığını anlatan, yüreklere taş gibi oturan bir filmdi “Canım Kardeşim.”
Aslında onu bu filmlere yönlendiren Türk sinemasının bir başka unutulmaz ismi Yılmaz Güney’di. Onun telkinleri ile bilinçlenmeye başlamış, duruşu, hayata bakışı farklı bir kulvara yönelmişti. Ondaki yeteneği gören Güney, Tarık Akan’ın gelişiminde önemli rol oynadı.
Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı Zeki Ökten’in çektiği “Sürü” ile başlayan sanat oyunculuğu maratonu yine Yılmaz Güney imzalı Şerif Gören’in yönettiği “Yol” filmi ile devam etti. Türk sinemasının politik filmleri olarak nitelendirilen bu yapıtlara Erden Kral’ın yönetmenliğini yaptığı “Kanal” eklendi.
Hababam Sınıfı’nın “Damat Ferit”i toplumsal filmlerle “Nurettin”, “ Seyit Ali”, “Kaymakam”, “Şivan” karakterine evrildi. Artık o bildiğimiz şımarık salon erkeği gitmiş, yerini hayatın içindekiler almıştı.
2009 yılında Şerif Sezer ile oynadığı son filmi “Deli Deli Olma” iyi yürekli insanın belki de seyirciye vedasıydı. Ama nereden bilebilirdi bu vedayı? O illet hastalık ciğerine yapışmıştı bir kez.
Bu kadar başarılı, ses getiren filmlere canlandırdığı karakterleriyle hayat veren Türk sinemasının “iyi yürekli kahramanı” hem ulusal hem de uluslararası yarışmalarda, etkinliklerde bir çok ödüller kazandı, sinemamızın, ülkemizin yüzünü güldürdü.
Zaten kazanmaması haksızlık olurdu.
Antalya Altın Portakal Fil Festivali’nde “En İyi Erkek Oyuncu” dalında 7 kez kazandığı ödülle Türk sinemasında bugüne dek kırılamayan bir rekora imza attı.
Yine Cannes Film Festivali’nde “Altın Palmiye” kazanan “Yol” filmindeki “Seyit Ali” rolü ile “En İyi Erkek Oyuncu” dalında aday oldu. Berlin Film Festivali’nde “Gümüş Ayı Mansiyon Ödülünü”  kazandı.
Son yıllarda sinemadan elini ayağını çeken usta oyuncu Cumhuriyet sevdalısı, Atatürk ilkelerinin yılmaz savunucusuydu. Gittiği her yerde, katıldığı panellerde, söyleşilerde savunduğu fikirleri dile getirdi, topluma inançla anlattı.
Yaşamının son dönemini bu uğurda geçirdi, onun için çaba harcadı.
İdeolojik tutumundan ötürü başına gelmeyen de kalmamıştı. 12 Eylül döneminde gözaltına alıp, hapis yatmıştı. O dönem yaşadıklarını “Anne Kafamda Bit Var” kitabında anlatmıştı.
Gençliğimizin idolü kötülere karşı hep kazanan kahraman artık yok.

Cüssesi gibi yüreği de iri olan, doğruyu, güzelliği, iyiliği hayat felsefesi edinen Hababam Sınıfı’nın  Damat Ferit’i, Canım Kardeşim’in Murat’ı, Maden’in Nurettin’i, Yol’un Seyit Ali’si, Sürü’nün Şivan’ı güle güle mekanın cennet olsun.  

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Aziz Yıldırım’ın Hakkı

Darbe girişimine ilişkin görüntüleri izledikçe ne denli büyük bir felaketin eşiğinden döndüğümüzü daha iyi anlıyoruz.
Emrindeki askerlere halkın üzerine acımasızca ateş açtıracak, tankları sürdürecek kadar gözü dönmüş paralel çete elemanlarının medyaya düşen konuşmaları vahşetin de ötesinde tam bir soykırım örneği.
Aslında Türkiye’yi uçurumun eşiğine kadar getiren darbecilerin ayak sesleri 3 Temmuz 2011’de Fenerbahçe’ye karşı yürütülen şike kumpası ile açıktan duyulmaya başlanmıştı.
Anımsayacaksınız 3 Temmuz’da Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım ve arkadaşları cemaatin düzenlediği  “şike” operasyonuyla gözaltına alınmış, 1 yıla yakın hapis yatmıştı.
Aynı zamanda iyi bir hukuk adamı olan Galatasaray eski başkanı Duygun Yarsuvat, “Gülen teşkilat Aziz Yıldırım’dan 50 milyon dolar istedi o da vermedi” diyerek kumpası açığa çıkarmıştı.
Aziz Yıldırım o günlerde paralel yapının Fenerbahçe’yi ele geçirmek için kendisine ve kulübe tuzak kurduğunu bas bas bağırmış, ama dinleyen olmamıştı. Hatta Fenerbahçe bazıları tarafından “şike yaptı” diye UEFA’ya bile şikayet edilmiş, Avrupa’dan men edilmişti.
Paralel yapının ağza alınmadığı, korkulduğu dönemde Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe taraftarı aynı bugün halkın darbeye karşı kenetlendiği gibi tek yumruk olarak kulübe, Cumhuriyet’e sahip çıkmış, cemaatin oyununu gür sesle haykırmıştı.
Bir yıl cezaevinde yatan Aziz Yıldırım, 17-25 Aralık’ın hemen ardından mahkemedeki savunmasında Türkiye’yi uçurumun eşiğine taşıyan paralel yapının acımasızlığını, tehlikeyi şu sözlerle dile getirmişti.

“Biz, ‘ne şikesi memleket elden gidiyor’ dediğimizde gülenler şimdi yanıldıklarını anlatıyorlar her fırsatta. 2011 yılında bu operasyonların Aziz Yıldırım’a ve Fenerbahçe’ye değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Hükümeti’ne olacağını söylediğimde gülenler bugünlerde devletin bu yapılardan nasıl arındırılacağı konusunda fetva veriyorlar. Bu zihniyetin Türkiye Cumhuriyeti Yargısı’nı, emniyetini ve TSK’yı hedef alarak Türkiye’yi savunmasız bir şekilde uluslararası emperyalist politikaların kucağına atıldığını söylediğimizde bize gülenler bugün televizyonlarda haklılığımızı tekrarlıyor”.
Şike davasının sadece kulübe yönelik değil, Cumhuriyet’e, devletin tüm vatansever kişi ve kuruluşlara olduğunu o günkü savunmasında anlatan Aziz Yıldırım, devletin bu yükten (paralel yapıdan) bir an önce kurtulması gerektiğini belirtmişti.
Savunmasının ardından aklanan Aziz Yıldırım, bugün Türkiye’nin atlattığı tehlikeye o günlerde net olarak işaret etmişti.
Yargılamanın ardından kulübün Divan Kurulu toplantısında konuşan Başkan Yıldırım, “Türkiye’yi karanlık günler bekliyor” sözü ile hükümeti, yargıyı, polisi uyararak tarihi bir konuşma yapmıştı.
Yıldırım’ın sözleri özellikle bazı kulüpler tarafından “şikeden yırtmak için böyle konuşuyor” diyerek sulandırılmaya bile çalışılmıştı.
O konuşmaların, uyarıların basit sözler olmadığı 15 Temmuz gecesi yaşanan kanlı darbe girişimi ile kanıtlandı.
Aziz Yıldırım’ın haklı olduğunu tüm Türkiye ne yazık ki çetenin püskürtülen darbe girişimiyle kara gecede gördü, anladı.
3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe’yi yerin dibine sokan, “şike” naraları ile saldıranların Aziz Yıldırım’a birer özür borcu var. Yani Yıldırım’ın hakkı gecikmiş olsa da şimdi teslim edilmeli.  

Tıpkı Fenerbahçe taraftarının kulübüne sahip çıkması gibi, halk da darbecilere karşı müthiş bir birliktelikle direnerek, ülkesini, demokrasiyi, Cumhuriyet’i koruyarak büyük bir utku kazandı.
Toplumun tüm kesimleri, siyasi partiler, medya ve sivil toplum kuruluşlarının 15 Temmuz gecesi başlattığı birliktelik, ortak mücadele, yurtseverlik bundan sonra da sürmeli.

 Türkiye’nin 15 Temmuz’daki demokrasi sınavı dünyaya örnek olan tarihi bir zaferdir.   

22 Haziran 2016 Çarşamba

Poyraz Karayel Ölecek mi?

Küçük Sinan’ın babası Poyraz’ın öldürülmesi karşısında kendini dövercesine ağlaması, hıçkırıklara boğulması ekran başındaki izleyicinin yüreğine taş gibi oturdu.
İki yıldır TV ekranında fırtına gibi esen, en çok izlenen dizi “Poyraz Karayel”  sezon finalinde Sema’nın intiharı ve Poyraz’ın öldürülmeleriyle izleyenleri adeta ters köşeye yatırdı.

İki sezon önce muhteşem bir başlangıç yaparak seyirciyi ekran başına kilitleyen “Poyraz Karayel”’de  İlker Kaleli (Poyraz Karayel), Burçin Terzioğlu (Ayşegül), Musa Uzunlar (Bahri Umman), Kanbolat Görkem Aslan (Sefer), Celil Nalçakan (Zülfikar), Cem Cücenoğlu (Taşkafa),  Ali İl (Sadreddin), Emel Çölgeçen (Sema),   Hale Sürer (Meltem) ve Ata Berk Mutlu’nun (Sinan) müthiş oyunculuğu  diziyi seyirciye sevdirmiş, alışkanlık yapmıştı. Özellikle Ata Berk Mutlu’nun şapka çıkarılacak başarısı minik oyuncuya gönüllerde ayrı bir yer açtı.
Hakkını yemeyelim, Tolga Güleç (Neşet), Özkan Uğur(İsmail Karayel), Ece Özdikici (Songül),  İdil Fırat (Despina), İsmail Düvenci (Albay), Macit Koper (Adil Topal), Gülçin Hatıhan (Ümran), Emirhan Akbaba (isa) oyunculuklarıyla diziye ayrı bir renk kattı.
Tabii “Poyraz Karayel”in başarısında yönetmen Çağrı Vila Lostuvalı’nın emeği yadsınamaz.  O kamera arkasında görünmez bir kahraman olarak yapıma imza attı. Belirtelim yeni sezonda Lostuvalı yönetmen koltuğunda oturmayacak.
Diziye kanı ısınan, alışkanlık yapan izleyici çarşamba günlerini iple çeker gibi bekliyordu. İlk başlarda çok olumlu puanlar alan, Macit Koper ve Özkan Uğur’un rol aldığı bölümlerle zirveye ulaşan  “Poyraz Karayel” gittikçe artan absürd sahneleriyle sıradanlaşmaya, diğerlerine benzemeye başladı.
 Senaryo gereği Sefer ve Adil Topal’ın ölmeleri dizinin tadını kaçırdı, heyecanını yitirdi. Özellikle kardeşten de öte birbirlerine sımsıkı bağlı Sefer-Zülfikar-Taşkafa üçlüsü, Sefer’in ölümü üzerine sanki göçtü. Nedendir bilinmez Sefer diziden erken koparıldı. Oysa onun varlığı Zülfikar ve Taşkafa’yı da motive ediyor, kendi aralarındaki muhabbetleriyle seyirciye keyif veriyorlardı.
Eleştirmenler, yazarlar Sefer ile Adil Topal’ın erken vedasının hata olduğunu, onlardan sonra dizinin o çok bilinen sıradan bir yapıya büründüğünü belirttiler.
”Poyraz Karayel”in gittikçe heyecanını, cazibesini yitirmesinde neredeyse üç saate yakın süren bölümlerin de etkisi oldu. Sırf reklam kaygısından ötürü çok uzun çekilen, gece yarılarına dek uzayan dizilerin giderek ilk baştaki temposunu kaybettiği aşikar.
Senaristler her hafta yayınlanan uzun süreli dizilere konu yazmaktan yoruluyor, tekrarlamaya, giderek saçmalamaya başlıyorlar. “Poyraz Karayel”in senaryosunu yazan Ethem Işık’ın da bu yorgunluktan etkilenmemesi mümkün değil. Hal böyle olunca çok sevilen diziler bile zamanla mantık hatalarından ötürü seyircide bıkkınlık yapıyor, izlenme oranları düşüyor.
Mafya dizisi olmasına karşın, anlamlı hikayesi, Poyraz’ın Albay ile karşılıklı mesajları, vurdu kırdının az olması ile kitleleri ekran başına kilitleyen “Poyraz Karayel”, giderek temponun düşmesi, silahların öne çıkması, başarılı oyuncuların erken vedasıyla bir hayli eleştiri almaya başladı.
Tüm bu olumsuzluklara karşın, Poyraz karakteriyle, küçük Sinan’ın sevimliliği ile seyircide alışkanlık yapan, yine de ekran başına taşıyan dizi önümüzdeki sezonda da ilk sıralardaki yerini alacaktır.
Gittikçe saçmalayan senaryosuna rağmen, ilk başlarda verdiği keyifle bende de alışkanlık yapan “Poyraz Karayel”i diğer tutkunları gibi önümüzdeki sezonda da izlemeyi sürdüreceğim.
En çok merak edilen sezon finalinde öldürülen, hatta gömülen Poyraz Karayel’in yeni  bölümlerde yer alıp almayacağı.
Görüşüm, cenaze töreni ve gömülme sahnesi Poyraz’ın zihninde hayal olarak yer alacak, hastaneye kaldırılarak yeniden yaşama tutunacak. Yani Poyraz Karayel ölmeyecek.
Çünkü temel karakteri ortadan kaldırırsanız o dizinin izlenme oranı çok aşağıya düşer, iki üç bölüm sonra yayınına son verilir. Sanırım yapımcılar ve Kanal D yetkilileri buna izin vermez.

Bu sorunun yanıtını bulabilmek için yeni sezonu bekleyeceğiz.

2 Haziran 2016 Perşembe

Madencinin Çilesi

Çalışma yaşamının en zor mesleğidir kömür işçiliği. 
Her babayiğidin olası tehlikeyi, kazayı, grizu patlamasını göze alamayacağı çileli maden emekçileri, bu riskleri bile bile yer altında, saatlerce gün yüzü görmeden kazma sallarlar.

Mesai bitiminde eve geldiklerinde aileleri “bugünü de kazasız belasız atlattık” diyerek gizliden gizliye sevinirler.  Çoğunun aldığı maaş asgari ücret, ya da bunun bir miktar üzerindedir.
Zonguldak’ta, Soma’da, Ermenek’te, Yeni Çeltek’de, Tunçbilek’te ve diğer bölgelerde kurtarıcı olarak sarılırlar işlerine. Çünkü yapacak başka bir iş yoktur buralarda. Ocakta iş bulabilenler şanslı sayarlar kendilerini.
Kaçak olsun, kayıtlı olsun hiç dert edinmeden  “ iş bulabildik” diye sevinerek inerler ocağa. Madencilik onlarla özdeşleşmiş, ayrılmaz bir ikili oluşmuştur.
 Mecburdurlar evin geçimini sağlamağa, çoluğunun çocuğunun nafakasını çıkarmaya. Onların aldığı para katıksız alın terinin karşılığı helal ücrettir.
Bu denli zor koşullarda özveriyle çalışan kömür emekçileri çoğu zaman ücretini ya zamanında alamaz, ya da eksik alır. Tıpkı Zonguldak- Kilimli’de ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle ocakta açlık grevi yapan işçiler gibi.
Onların hakkı, emeği ödenmeyecek kadar değerli olmasına karşın özellikle kaçak ocak çalıştıran işverenler, aklınca uyanıklık yapıp ücretlerini vermez, mağdur eder onları.
Zonguldak’ta kömür emekçileri 10 günü aşkın sürdürdükleri açlık grevi ile bu çok önemli sorunu  Türkiye’ye duyurmaya çalıştı. Aslında onların feryadı tüm maden emekçilerinin sorununu ortaya koyuyordu.
İlk başlarda medyanın duyarsız yaklaştığı açlık grevi, işçilerin kararlı iradesi ile bir anda gündeme oturdu, Türkiye’nin haberi oldu.
Neyse ki alacakların ödenmesi sözü karşısında açlık grevine son veren işçiler, günlerce kendilerini bekleyen ailelerine sağ salim kavuştu. 11 günün sonunda alacakları elden ödendi.
Madencilerin, kömür emekçilerinin hala düzeltilmeyen çalışma koşulları, ücretlerinin ödenmemesi veya eksik ödenmesi,  kayıt dışı çalıştırılma gibi sorunlar yasalara karşın hala çözüm bekliyor.
Soma’da 301 işçinin yaşamını yitirdiği iş cinayetinin ardından, hayata geçirilen yasal düzenlemelerin bazı işverenler tarafından uygulanmadığı görülüyor.
O kazanın ardından çıkarılan yasa uyarınca işçilere iki asgari ücretin ödenmediği dile getiriliyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 176 sayılı sözleşmesinin 20 yıl sonra kabul edilmesine karşın denetimlerin yine savsaklandığı, kaçak işyerlerinin hala faaliyette olduğu, kural dışı fazla mesainin yaptırıldığı sendikalar tarafından açıklanıyor.
İddialar ocaklarda hala eski düzenin sürdüğünü, tehlikenin devam ettiğini, en önemlisi ücretlerin aksadığını ortaya koyuyor.
Eğer yasalar uygulanmayacaksa ne anlamı var?
Yasaların kesintisiz uygulanması, denetimlerin hakkıyla yerine getirilmesi gerekmez mi? Türkiye’yi Avrupa şampiyonluğuna taşıyan iş cinayetlerinin en çok meydana geldiği kaçak maden ocaklarının, kayıt dışı işçi çalıştırmanın üzerine kararlı şekilde gidilmesi gerekmez mi?
İlla Soma ve Ermenek’teki gibi kitlesel ölümlerin olması mı gerekiyor yasaların kağıt üstünde kalmaması için?
İşte Zonguldak-Kilimli’de 11 gün süren açlık grevi bu soruları bir kez daha hatırlattı. İyi ki hatırlattı.
Madencilerin açlık grevinin mesajı alınacak mı, yoksa yine unutulacak mı?

Dedim ya ölümle her an burun buruna olan kömür işçiliği en zor meslek. Onların hakkı öyle düşük ücretlerle ödenemez.   

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Fosilden Kurtul, Geleceği Kurtar

Öyle görünüyor ki Türkiye fosil yakıttan yakasını bir türlü kurtaramayacak. Hem de çevreye, doğaya, insana verdiği zararın, kıyımın bilinmesine,  kanıtlanmasına rağmen.

O kadar uyarılara, imzalanan uluslararası sözleşmelere, acı deneyimlere karşın, 71 yeni kömürlü termik santral kurulmak isteniyor.  Doğa yeni cüruf dağları, kül barajları ile donatılmak isteniyor.
Fosil Yakıt Karşıtı İnisiyatif’in çağrısıyla geçtiğimiz pazar günü Aliağa’da toplanan çevreciler, fosil yakıtları ve termik santralleri bir kez daha protesto etti.
Yurdun dört bir yanından gelerek Aliağa’da toplanan çevreci gruplar, siyasi parti temsilcileri, sivil toplum örgütü üyeleri ve doğaya duyarlı insanlar, hep birlikte ”kömürden kurtul, geleceği kurtar” diyerek haykırdı.
İklim değişikliğine yol açan, küresel ısınmaya neden olan sera gazının kaynağı kömürlü santrallere karşı salt Türkiye’de değil, dünyanın dört bir tarafında da eylemler yapılıyor, tehlikenin büyüklüğüne dikkat çekiliyor.  Dünyada 4 mayıstan bu yana beş kıtada 13 ülkede fosil yakıtlara karşı eylemler gerçekleştiriliyor.
Termik santrallerin oluşturduğu kirliliğin ve fosil yakıt kullanımının sona erdirilmesi için dünya çapında “fosil yakıtlardan kurtul” kampanyası yürütülüyor. Kampanyayla kömür ve petrolün yerine yenilenebilir enerjiye dönülmesi, daha temiz bir hava amaçlanıyor.
Türkiye enerji politikalarını oldum olası kömürlü santraller üzerine kuruyor. İçerideki yetmediği gibi, dışarıdan getirilen son derece kirli kömürlerle sözüm ona ucuz enerji üretilmeye çalışılıyor. Ondan sonra gelsin hava kirliliği, hastalık, kuraklık, hatta ölümler, yeşil yerine kahverengiye dönüşmüş doğa.
Eğer hazırlıkları sürdürülen 71 termik santral daha devreye girerse, kaç kişi kansere yakalanır? Kaç kişi bu inadın bedelini sağlığıyla, canıyla öder? Hiç hesabı yapıldı mı?  Eğer mevcut 21 kömür santrale 71 daha eklenirse bunun topluma, doğaya maliyeti ne olur?  Hiç düşünüldü mü?
Yoksa “enerji açığını kapatacağım” diye uyarılar, protestolar yine görmezden mi gelinecek?
Büyük kentlerde kışın hava kirliliğinden ötürü göz gözü görmüyor. İnsanlar resmen bu kirli havayı soluyor.81 il içinde havası kirli olmayan tek şehir Çankırı. Yani tehlike o denli büyük ve her yeri sarmış durumda.
Artık dünya fosil yakıtları terk ediyor. Kömür ve petrolle çalışan enerji santralleri yerini güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerjiye bırakıyor. Uluslar arası yatırımlarda fosil yakıtın yeri yok. 
Belçika artık kömürden elektrik üretmiyor. Avrupa’da yedi ülke kömürden elektrik üretmekten vazgeçti. İngiltere, Portekiz, Finlandiya, Avusturya kömürü 2020’li yıllarda tamamen bırakacak. Dünya, güneş, rüzgar, biokitle, dalga enerjisi gibi yenilenebilir enerjiye yöneliyor.
Hava kirliliği dayanılabilecek kadar masum değil, bıçak kemiğe dayandı. İşte bunu gören dünya fosil yakıtları bırakırken, ne acıdır ki Türkiye’de yeni termik santrallerin projeleri yapılıyor, hayata geçirilmek isteniyor.
İnsan sağlığı için, temiz doğa, yeşil bir çevre için dünyada olduğu gibi yenilenebilir enerjiye geçmek şart. Ama “hala yeraltında linyit rezervleri var” diyerek kirli enerji yatırımlarında ısrar ediliyor.
Almanya, Türkiye’deki güneşin yarısına bile sahip değilken, bu enerjideki kurulu gücü Türkiye’nin yüz katı kadar.
Eğer Almanya’nın son 20 yılda güneş ve rüzgar enerjisine yaptığı yatırımların yarısını Türkiye yapmış olsaydı,  kentleri tertemiz, havası pırıl pırıl çok farklı bir ülke olurduk.
Ama bu gerçekler ortadayken hala kömürle,  petrolle çalışan yatırımlara ağırlık veriliyor, bol olmasına karşın güneş, rüzgar, jeotermal kaynaklar ıskalanıyor.
Almanya gibi dünyanın sanayi devi olan bir ülke yenilenebilir enerjiyi öncelerken, Türkiye neden ilkel sistemde, kirli yatırımlarda inat ediyor, anlamak mümkün değil?
İşte bunun için Aliağa’da bir araya geldi çevreciler, insan sağlığını gözeten sivil toplum örgütleri,  duyarlı insanlar. Gittikçe büyüyen tehlikeye karşı hep  bir ağızdan “kömürden kurtul, geleceği kurtar” diye haykırdı.

Acaba termik santrallerde ısrarlı olanlar bu sesi duyabildi mi?