Sayfalar

29 Aralık 2014 Pazartesi

Emekçinin Kara Yılı

Zaman zaman sevindiren, genelde üzen, hüzünlendiren, emekçileri olumsuz etkileyen bir yılı daha geride bırakıyoruz.

Yeni yıl, yeni umutlar demektir.

Tüm yurttaşlar yeni yılı coşku ile karşılar, beklentilerinin gerçekleşmesini hayal eder, geleceğe umutla bakar, geçen yıl yaşanan acıların yinelenmemesi dileğinde bulunur.

Yeni yıl, yurttaşlar kadar ülkemiz adına da yeni bir başlangıçtır.

Umarız 2015’te, 2014 gibi ulusu yasa boğan acılar yaşanmaz, herkesin umudu, beklentileri gerçekleşir.

Ülkemizin ve insanların çok da sevinemediği, iş cinayetlerinin tüm ulusu yasa boğduğu, emekçiler adına kanlı bir yıl oldu 2014.

Kuşkusuz 2014’e damgasını vuran, tüm Türkiye’nin yüreğini dağlayan acı, 13 Mayıs’ta Soma maden ocağında 301 madencinin yaşamını yitirdiği iş kazasıdır.

Yüzlerce emekçinin canını alan, geride gözü yaşlı aileler bırakan bu acı olay, aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin de en büyük iş kazasıdır.

2014’te iş cinayetleri sadece Soma ile sınırlı kalmadı, vahşi, acımasız yüzünü 6 Eylül’de İstanbul-Mecidiyeköy’de bir inşaatta, 28 Ekim’de de Ermenek’te yine maden ocağında gösterdi.


İstanbul’da 10, Ermenek’te ise 18 emekçi yaşamını yitirdi.

Tabii bu ölümler kitlesel olduğundan gündeme oturabildi, iş kazalarının vahşiliği, acımasızlığı ancak konuşulur oldu.

Bu ölümlerin ardından iş güvenliğine ilişkin önlemler çok geç hayata geçirilebildi.

Aslında taşeronluk sisteminin yaygınlaşması, yetersiz ve göstermelik denetim, kuralsız şekilde düşük ücretle aşırı çalıştırma, sendikalaşmanın önlenmesi, ilkel çalışma koşulları gibi nedenlerden ötürü günde ortalama 4 emekçi iş cinayetlerine kurban gidiyor.

Ne var ki bu ölümler bireysel olduğundan medyada yer almıyor, kimsenin haberi bile olmuyor.

Yapılan araştırmalar, Türkiye’nin iş kazalarında Avrupa birincisi olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.

1993’te 1516, 2006’da 1601, 2011’de 1710 emekçi ölürken, bu yılın 11 ayında 1723 işçi yaşamını yitirdi. Aralık ayı da dikkate alındığında 2014’te ölenlerin sayısı daha da artacak.

Bir türlü önlenemeyen iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçi sayısı her geçen yıl artıyor.

Asıl düşündüren ve üzerinde durulması gereken konu bu olsa gerek.

Görüldüğü gibi, 2014’ün kaybedeni işçiler oldu.

Kuşkusuz 2014 işçiler için tarihin sayfalarına kanlı bir yıl olarak geçecek
İşçiler gibi, memurların yüzü de gülmedi.

Maaşlarına 123 lira zam yapılan memurlar, enflasyon farkı alamadığından, aldıkları zam eridiği gibi ceplerinden yedi.

Enflasyon farkı ödenmediğinden memur maaşında ortalama 200 lira kayıp oldu.

Ek zam talep ettiler, seslerini duyan olmadı.

Emeklinin durumu da farklı değildi. Aylıklarına 140 lira zam yapılan memur emeklisi tıpkı memur gibi enflasyon farkı alamamaktan aylıklarında erime oldu, sıkıntı yaşadı.

İşçi ve Bağ-Kur emeklileri de ancak 6 ayda bir gerçekleşen enflasyon oranında zam alabildi, yaşamaya çalıştı.

Büyük umutla bekledikleri intibak düzenlemesinin gerçekleşmemesinden özellikle 2008 sonrasında emekli olanlar büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.

5 milyona yakın asgari ücretli, günlük bir simit parası, yani 1 liralık zamma layık görüldü.

Yüzde 10’u aşan işsizlikten milyonlarca kişi bunaldı, çaldığı kapılar birer birer yüzüne kapatılarak iş umutları suya düştü.

Esnaf, çiftçi için de çok olumlu gelişmeler yaşanmadı.

Kimisi borçtan, iş yapamamaktan dükkanını kapattı, kimisinin ürünü elde kaldı veya don vurdu, borcunu ödeyemedi.

Nerden bakılırsa bakılsın 2014 emekçiler için kara bir yıl oldu.

Her ne kadar umutla baksak da kritik ve zorlu bir yıl olacak 2015.

Özellikle Haziran’da yapılacak genel seçim ve sonrasında yaşanacaklar 2015’e damgasını vuracak.

Yeni yılda her şeyin gönlünüzce olmasını dilerken, sakın umudunuzu yitirmeyin.

Esenlik ve mutluluk dolu günler sizin olsun.

24 Aralık 2014 Çarşamba

Emekli İntibak Bekliyor

İntibak düzenlemesinden yararlanamayan işçi emeklileri, yargıdan çıkacak kararı merakla bekliyor.

Anımsanacağı üzere geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen intibak düzenlemesi ile 2000 yılı öncesinde emekli olanların aylıklarında bir miktar artış sağlanmıştı.

1 Ocak 2013’ten geçerli olan intibak düzenlemesi ile 2000 yılı öncesinde emekli olanların aylıklarına 10 ile 300 lira arasında zam yapıldı. Ancak 300 lira tutarındaki zamdan çok az sayıda emekli yararlandı.

Emekli aylıklarındaki eşitsizliği gidereceği gerekçesiyle gerçekleştirilen intibak düzenlemesi bırakın bu eşitsizliği gidermeyi, aksine emekli aylıkları arasında yeni bir fark yarattı.

Emekli yıllardır beklediği düzenleme ile umduğu zammı alamazken, 2000 yılı sonrasında emekli olanlar ise bu düzenlemeye ayrımcılık yapıldığı gerekçesiyle tepki göstermişti.

Kamu Denetçisi de bu ayrımcılığa karşı çıkarak dava açılması yönünde görüş bildirmiş, bunun üzerine Türkiye Emekliler Derneği (TÜED) tarafından Ankara İş Mahkemesi'nde dava açılmıştı.

Açılan davada 2000 yılı öncesi emekli olanlara yapılan intibakın 2000 yılı sonrasında emekli olanlara da yansıtılması, oluşan eşitsizliğin Anayasa Mahkemesi'nce ortadan kaldırılması talep edilmişti.

13 Kasım'da yapılan ilk duruşmada konu bilirkişi incelemesine havale edildi.

Bilirkişinin hazırlayacağı rapor doğrultusunda 17 Mart'ta yapılacak duruşmada mahkemenin bir karar vermesi bekleniyor.

Şimdi 2000 sonrasında emekli olanlar 17 Mart'ta mahkemenin vereceği kararı merakla bekliyor.

Aslında hükümet emeklilere iyilik yapayım derken, 2000 yılı sonrası emeklileri gözardı ederek ayrımcılık yaptı. Bu da haklı olarak tepkilere yol açtı.

Eşitsiz uygulama milyonlarca emekliyi mağdur ederken, bu mağduriyetten en çok 2008 sonrasında emekli olanlar etkilendi.

2008 sonrasında emekli olanlara bağlanan aylıklar neredeyse yarı yarıya düştü.

Emekliler arasında adaletsizlik yaratan bu durumun ortadan kalkması adına Ankara İş Mahkemesi'nin 17 Mart'ta vereceği karar çok önemli.

İntibak düzenlemesi ile emekliler arasında yaratılan eşitsizlik 2015 yılı Programında da kabul edilmiş, ortadan kaldırılmasının hedeflendiği yer almıştı.

Yani, hükümet de intibak ile emekliler arasında yaratılan adaletsizliği kabullenerek, bunun giderileceği vaadinde bulunuyor.

Bakalım bu vaat yerine getirilecek mi?

Umarız mahkeme de bu eşitsizliği görür,tespit eder, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne taşır.

Anayasa Mahkemesi de emekliyi sevindirecek bir karar alır, ya da hükümet tüm emekliyi kapsayacak yeni bir intibak düzenlemesini hayata geçirir..

17 Aralık 2014 Çarşamba

Bir Karadeniz Filmi

Çernobil nükleer santralinin patlaması, kanser hastası Kazım Koyuncu,
kaçan şampiyonluğun ardından intihar eden amigo Ahmet, Sovyetler
Birliği'nin dağılmasından sonra Nataşa olarak Trabzon'da yaşamını
sürdüren Ukraynalı Elena.
Birbirinden farklı üç ayrı insan öyküsünü içinde barındıran
bir film ''Yağmur:Kıyamet Çiçeği''.
Onur Aydın'ın senaryosunu yazıp, yönettiği, Karadeniz'in güzel,
hırçın, devrimci, sesi ile büyüleyen Kazım Koyuncu'nun yaşamından da
kesitler sunan ''Yağmur:Kıyamet Çiçeği' her Karadenizli'nin kendinden
bir şeyler bulabileceği seyirlik.

Tarihin en büyük felaketlerinden biri olan Çernobil'deki nükleer
santralin ürkütücü patlama sahnesiyle başlayan filmde, bir yanda
idealleri uğruna üniversiteden kovulan Kazım Koyuncu'nun memleketi
Hopa'ya ailesinin yanına dönmesi, Çernobil'in etkisiyle amansız
hastalığa yakalanması anlatılıyor.
Diğer yanda 1995- 1996 sezonunda oynanan, 2-1 Fenerbahçe'nin
galibiyetiyle biten Trabzonspor-Fenerbahçe maçı sonucu kaçırılan
şampiyonluğun ardından amigo Ahmet'in intiharı, diğer yanda da
ülkesindeki işsizlikten kaçarak, lösemi hastası çocuğunun tedavisi
için Nataşa olarak yaşamını sürdürmeye çalışan Elena'yı bekleyen acı
son.
Bir de kara sevdadan ötürü kabul ettiği şikeden futbol yaşamı sonlanan
Akçaabat Sebatsporlu Şenol'un Elena'ya iflah olmaz aşkı.
Aynı kentte birbirinden farklı insanların hüzün dolu yaşamını
seyirciye sunan yönetmen Onur Aydın, Doğu Karadeniz'in muhteşem
görselliğini, özellikle de Artvin'deki şelalelere yer vermeyi
ihmal etmemiş,
İyi de yapmış. İzleyici, Karadeniz'in bu görkemli doğa yapısını,
yeşilliğini izlerken müthiş keyif alıyor.
Tabii Kazım Koyuncu'nun harika sesinden unutulmaz eserlerini
dinlemek de ayrı zevk.
Kazım Koyuncu'yu canlandıran Engin Hepileri, elinden geldiğince
rolünün hakkını vermeye çalışmış.
Devrim Saltoğlu (Amigo Ahmet), Futbolcu Şenol (Erkan Kolçak
Köstendil), Elena (ElenaViunova),, Ayşe (Sevtap Özaltun), Altan
Erkekli, Serap Aksoy, Hüseyin Avni Danyal gibi oyuncuların rol aldığı
filmde mafya Erkan'ı canlandıran Settat Tanrıöğen, yine müthiş
oynuyor.
Settar Tanrıöğen,Takva, Eşkıya, Vavien, Çoğunluk, Ayrılık, Kader,
Hayatımın Kadını,Nergis Hanım, Toz Ruhu gibi filmlerde de adeta
döktürmüş, yeteneğini konuşturmuştu..
Sanırım, Settar Tanrıöğen'in ne denli başarılı bir oyuncu olduğunu
halen yayınlanmakta olan ''Urfalıyım Ezelden'' dizisinde
izliyorsunuzdur.
Onur Aydın'ın ilk filmi ''Yağmur:Kıyamet Çiçeği'' kurgusu çok başarılı
olmasa da sırf Çernobil'in insan sağlığını ne denli olumsuz
etkilediğini gözler önüne sermesi adına izlenmeyi hak ediyor.

-Musa'nın Öyküsü-

Amerikan sinemasının peygamberler tarihine olan ilgisi sürüyor.
Geçtiğimiz Nisan ayında izlediğimiz ''Nuh: Büyük Tufan'' filminin
ardından bu hafta da Hz.Musa'nın öyküsünün anlatıldığı ''Tanrılar
ve Krallar'' seyircinin karşısına çıktı.
Bir başyapıt olan Oscar ödüllü ''Gladyatör''ün yanı sıra, ''Cennetin
Krallığı'', ''Alien'', ''Thelma ve Lousie'', ''Hannibal'' gibi

başarılı filmlere imza atmış Ridley Scott'ın yönettiği ''Tanrılar ve
Krallar''da Mısırlıların kölesi olan İbranilerin Hz.Musa
(Christian Bale) önderliğinde özgürlük mücadelesi anlatılıyor.
Bilgisayar aracılığı ile görkemli savaş sahneleriyle donatılan filmde,
Hz.Musa ile İbraniler'in bugünkü İsrail, ve Filistin'in olduğu
bölgeye, Kenan kentine yolculukları sırasında Kızıldeniz'in yarılarak,
çekilmesi sahnesi olağanüstü etkileyici.
Ridley Scott'ın kardeşi Tony Scott'a ithaf ettiği, dövüş, at arabalı
takip ve Kızıldeniz'in yarılması sahneleri ile izleyicide iz bırakacak
masalsı,epik bir seyirlik ''Tanrılar ve Krallar'.'
Kuşkusuz, filmin kimi sahneleri ile küçük çocuk olarak motife edilen
Tanrı figürü bir hayli ses getirecek ve unutulmayacak.
Hz.Musa'nın küçük çocuk olarak figüre edilen Tanrı ile konuşması,
filmin Kızıldeniz'in yarılması kadar belleklerde iz bırakacak, ilerki
günlerde bu sahneleriyle anılacaktır.

15 Aralık 2014 Pazartesi

Memura Ek Zam Yok mu?

Daha önce yoğun eleştiriler üzerine rafa kaldırılan, milletvekillerine
yeni haklar getirilmesine ilişkin yasa teklifi yeniden gündeme alınmış.
Teklifin yasalaşması halinde milletvekillerinin maaşı dolaylı
yoldan 14 bin liradan 15 bin liraya, emeklilik hakkı kazanan yaklaşık
400 milletvekilinin maaşı da 23 bin liraya yükselecekmiş.
Eğer bu yasa teklifi kabul edilirse, vekil maaşında dolaylı olarak
bin lira artış olacakmış.
Milletvekillerine ömür boyu kırmızı pasaport, trafikte ayrıcalık
tanınması, başta implant olmak üzere tüm sağlık masraflarının
karşılanması gibi bir takım haklar getirilecekmiş.
Sadece bununla sınırlı değil, devlet protokolünde yerleri öne
çekilecek, devlete ait sosyal tesislerde istedikleri kadar
kalabileceklermiş.
Milletvekillerinin özlük haklarında görevi gereği yeniden düzenleme yapılabilir.
Ancak, maaşlarına bin liraya yakın zam yapılıp da, memur ve emeklinin
talebi görmezden gelinirse bu davranış hem etik olmaz, hem de
vicdanlara sığmaz.
Tam da milletvekillerine yeni haklar sağlanması gündeme gelmişken, memur ve
memur emeklisi ek zam için meydanlarda haykırıyor, ama duyan yok.
Geçen yıl Memur-Sen ile hükümet arasında bir gecede bağıtlanan toplu
iş sözleşmesi ile maaşlarına 123 lira zam yapılan memurlar, yüzde 10’a ulaşan
enflasyon karşısında ezilmeye devam ediyor.
Enflasyon farkı ödenmemesinden ötürü de aldıkları zam eridiği gibi,
çoktan cepten yemeye başladılar. Memurun aylık kaybı ortalama 200
lirayı aştı.

Türkiye Kamu-Sen ile DİSK ve KESK'in Ankara'da ayrı ayrı düzenledikleri
mitingde, oluşan kayıpların giderilmesi, daha fazla mağdur olmamaları amacıyla
memur ile emekli maaşlarına yüzde 12 ek zam yapılması talep edildi.
Ama memurun, emeklinin ek zam talebini duyan, gören olmadı.
Memur, memur emeklisi ek zam için meydanlarda sesini duyurmaya
çalışırken, bu sesi duyması gerekenlerden ne yazık ki tık yok.
Türkiye Kamu-Sen’in araştırmasına göre, memura enflasyon farkı
verilmemesinden, müsteşarın aylık 578, pratisyen hekimin 218,
avukatın 187, mühendisin 209, müdürün 114, lise mezunu memurun 61,
şoförün 55, hemşire-ebenin 76, hizmetlinin de 41 lira kaybı oldu.
Önümüzdeki yıl memur ve emekliye 6’şar aylık dönemler halinde
yüzde 3’er oranında zam yapılacak. Yani 2015’te de sürünmeye devam edecek.
Asgari ücretliye de önümüzdeki yıl yüzde 3 zam öngörülüyor. Onların da
durumu diğerlerinden farklı değil.
Ek zam ödensin talebi karşısında ‘’toplu sözleşmenin dışına
çıkamayız’’diyenler, vekillere yeni haklar gündeme getirilirken
acaba memurun sesini duyabilecek mi?
Milletvekilleri kendilerine bir takım haklar getiren yasa teklifini
görüşürken, memurun, emeklinin, asgari ücretlinin de sesini duymalı,
taleplerini karşılamalı.
Vekillere yeni haklar getiren yasa teklifi karşısında CHP ve
MHP bakalım nasıl bir tavır alacak?

8 Aralık 2014 Pazartesi

Tartışılan ''Kesik''

İlk gösterildiği Venedik Film Festivali'nde birçok tartışmayı da
beraberinde getiren, eleştirilen ''Kesik'' filmi seyircinin karşına
çıktı.
Fatih Akın'ın ''Aşk, Ölüm, Şeytan'' üçlemesinin son halkası olan
''Kesik'', 1915 yılında Mardin'de diğer Ermeni erkeklerle birlikte
toplanarak taş ocaklarında çalıştırılan demirci ustası Nazarat'ın
öyküsünü anlatıyor.
Taş ocaklarında arkadaşları öldürülen Nazarat, iyi kalpli eşkıya
Mehmet'in yardımı ile hayatta kalıyor. Ölümden kurtulsa da, boynu
kesilen Nazarat sesini yitiriyor, konuşamıyor.
Osmanlı askerlerinin bir gece şehirdeki tüm Ermeni erkekleri toplayıp
ailelerinden koparmalarından yıllar sonra, o geceyi yaşamış demirci
ustası Nazarat ikiz kızlarının hayatta olduğunu öğreniyor ve onları
bulmaya koyuluyor.
Fatih Akın, filmin ilk yarısında Nazarat ile arkadaşlarının aç ve
sussuz taş ocaklarında çalıştırılmasını, işkenceye uğramasını,
özellikle de Türk askerlerini çok katı, barbar olarak anlatırken
objektif olmadan yanlı davranmış ve bayağı da haksızlık yapmış.
Fatih Akın büyük bir cesaretle, Türk toplumunun çok hassas olduğu bir
konuyu beyazperdeye aktarırken, keşke olaylara tek bakış açısı ile
bakmayıp, çift taraflı irdeleseydi, daha yansız olur, bu denli de
eleştirlmezdi.

Filmi izleyenler, eleştirmenler, tarihçilerin bile çözemediği çok
duyarlı konuda, bir yönetmenin çözüm bulamayacağını,filmin
kötülüklerin, şiddetin tek taraflı olduğu izlenimi bıraktığını
belirtiyor. ''Kesik''in Alan Parker'in ''Geceyarısı Ekspresi''nden
bile yek yanlı olduğunu savunanlar var.
Sırf olaylara tek taraflı bakmasından ötürü, ilk gösterildiği Venedik
Film Festivali'nde olduğu gibi ülkemizde de yetkin sinema
eleştirmenleri tarafından da beğenilmeyen ''Kesik'' in ikinci yarısı
ise izleyeni başka bir dünyaya götürüyor.
Nazarat'ın Ortadoğu'dan başlayıp, Küba ve Amerika'ya kadar ikiz
kızlarını aramasına yoğunlaşan filmin ikinci yarısı izleyiciye daha
fazla keyif veriyor.
Yönetmen Fatih Akın,filminin bu yönüyler ''western' türü olduğunu savunuyor.
Sanırım buna gerekçe olarak da Küba ve Amerika'da çekilen kovboyvari
sahneler olsa gerek
Nereden bakılırsa bakılsın Fatih Akın, kendince çok büyük bir
cesaretle, çok hassas bir konuyu ele almaya, yaşananları anlatmaya
çalışmış.
Ne var ki olaylara sadece bir gözlükle baktığından anlatılmak istenen
meramın bir ayağı eksik kalmış.
Elbette çok tartışılan yaşananlar, tarihsel olaylar filme çekilmeli,
özellikle yeni kuşaklara gösterilmeli.
Ancak bunu yaparken de olaylara taraf olan iki kesimin gözünden
bakılmalı, yansız davranılmalı.
İşte o zaman kotardığınız filmler anlamını bulur, amacına ulaşır.
Fatih Akın ''Kesik''le, üçlemenin ilk iki filmi olan ''Duvara Karşı''
ve ''Yaşamın Kıyısında'' olduğu gibi çok sayda seyirciyi salonlara
çekeceğini sanmıyorum,
Çünkü, Türkiye'de sadece 26 kopya ile büyük kentlerde gösterime giren
''Kesik'' i cuma günü ilk seansında tek başıma izledim.
Fatih Akın ve ''Kesik'' Türkiye de olduğu gibi, gösterildiği ülkelerde
de eleştirilmeye devam edecek gibi.
Her ne kadar tek yanlı olsa da ''Kesik'' özellikle Yedinci Sanat
tutkunlarının, Fatih Akın'ın ne yapmak istediğini merak edenlerin
kayıtsız kalmayacağı 2.5 saate yakın bir seyirlik.
Bu arada Fatih Akın filminde yer verdiği ''Şarlo'' görüntüleriyle
Charlie Chaplin'e selam çakmayı da ihmal etmemiş.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Asgari Ücret Senaryosu

Çalışmalarına başlayan Asgari Ücret Tespit Komisyonu'ndan çalışanlar
yine umutsuz.
Çünkü hükümet, masaya asgari ücrete günlük 1 lira, yani
1 simit parası kadar bir zam önerisi ile oturacak.
2015 Yılı Programına göre asgari ücrete 1 Ocak ile 1 Temmuz'dan
geçerli olmak üzere 6 aylık dilimler halinde yüzde 3'er oranında zam
yapılması öngörülüyor.
Aileleri ile birlikte 20 milyonluk bir kitleyi ilgilendiren asgari
ücretli önümüzdeki yıl da
açlıkla mücadele edecek.
15 kişiden oluşan Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nda muhtemelen bu yıl da
bildik senaryo hayata geçirilecek, işçinin muhalefetine karşılık,
''kaynaklar elvermiyor'' gerekçesiyle hükümet ve işveren oyları ile
2015 yılında uygulanacak yeni ücret belirlenecek.
Sanırım hükümet geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da yüzde 3'ün bir
miktar üzerine çıkarak, işveren temsilcilerinin desteği ile yeni
ücreti açıklayacak.
Yandaş medya da bunu ''asgari ücretliye müjde'', ''asgari ücrete büyük
zam'' şeklinde kamuoyuna duyuracak.
'Uzun yıllar sürdürdüğüm Çalışma Yaşamı muhabirliğinden edindiğim
deneyimle bunu savunuyorum.
Umarım yanılan ben olur, asgari ücrete yüzde 10'un üzerinde bir zam
yapılır, aldığı düşük ücretle yaşama mucizesi gösteren asgari ücretli
derin bir nefes alır.
Ama çok umutlu değilim.

Asgari ücret pazarlığında her yıl, ''bütçeden bu kadar pay ayrıldı,
''daha fazlası bütçeyi
zorlar'' gerekçesiyle aynı senaryo, aynı komedi sergileniyor.
Asgari ücretli de bunu kanıksadı artık.
Komisyona işçi temsilcisi olarak katılan Türk-İş haklı olarak asgari
ücretin tespitinde tek işçinin değil, en az dört kişilik ailenin geçim
standardının dikkate alınmasını, yeni ücretin en az 1447 lira olmasını
talep ediyor.
DİSK ise yeni ücretin net 1800 liraya yükseltilmesini istiyor..
Tabii Türk-İş'in bu istemleri komisyonda dikkate alınmayacak,
Türk-İş temsilcileri de 4 veya 5 toplantı sonrası komisyonu
terkedecek, yeni ücret işveren ile hükümet temsilcilerinin
belirlediği rakam üzerinden oy çokluğu ile saptanıp Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanı tarafından kamuoyuna açıklanacak.
Yıllardır komisyonda aynı senaryo sergileniyor. Bu yıl da bundan
farklı olmayacak.
Her yıl Ekonomik Programda asgari ücrete önce yüzde 3 ve 4 zam öngörüldüğü yer
alır, ardından komisyonda bu rakamın üzerinde yüzde 6, 7, 8
veya 9 gibi bir zam yapılır.
Asgari Ücret Tespit Komisyonu'nda yeni ücret hep böyle belirleniyor.
Asgari ücretin ulusal düzeyde belirlenmeye başlandığı 1974 yılından bu
yana komisyonda oy birliği çok az sağlandı.
Yeni ücret çoğunlukla işveren ile hükümet temsilcilerinin oyları, çok
az olarak da hükümet ile işçi kesiminin uzlaşısı ile saptandı.
Yani işveren maliyeti, hükümet de kaynakların kıt olmasını ileri sürerek,
asgari ücret genellikle yüzde 10'un altındaki artışla belirlendi.
Nedense işçi, memur, emekliye zam söz konusu olduğunda hep bu ''yetersiz
kaynaklar, bütçenin elvermemesi'' gibi gerekçeler ön plana çıkıyor.
Oysa geçtiğimiz günlerde elektrik ve doğalgaza yüzde 9 zam yapıldı.
Doğalgaz ve elektriğe gelen zammın yansımaları yaşamın her alanında
etkisini göstermeye başladı.
Vergi ve harçlarda önümüzdeki yıl yüzde 10.11 artış olacak.
Halen brüt 1134, net 891 lira olan asgari ücrete temmuzda yapılan
yüzde 5.88'lik artış, elektrik ve doğalgaza yapılan yüzde 9 zam ile
birlikte eridi,
Bu ücretle çalışanlar cebinden yemeye başladı.
Komisyonun, bunları da gözönünde bulundurarak asgari ücrete yüzde
10'nun üzerinde zam yapması gerekiyor.
Ak Saray ve yeni uçak için bütçeden 1.8 milyar lira harcanıyor, asgari
ücretliye yüzde 3 zam öngörülüyor.
Yıllardır aralıklı olarak gündeme getirilen, asgari ücretin vergi dışı
bırakılması neden hayata geçirilemiyor?
Ya sık sık bu konuyu gündeme getirip asgari ücretliyi büyük bir beklentiye
sokmayn ya da asgari ücreti vergi dışı bırakın.

1 Aralık 2014 Pazartesi

Taşeronluk Kaldırılmadıkça

Maden ve inşaat başta olmak üzere birçok işkolunda yoğunlaşan iş
cinayetlerinin ardından işçi sağlığı ve iş güvenliği paketi nihayet
açıklandı.
Geçtiğimiz günlerde Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan
paketle iş kazalarına karşı birtakım sert önlemler getirilse de
kazalara davetiye çıkaran taşeron işçilik yine varlığnı sürdürecek.
Özellikle maden ocaklarında çok yaygın olan taşeron işçiliğin yanı
sıra sendikaların tepki gösterdiği rödovans( maden ocaklarının
kiralanması, özelleştirilmesi) uygulamasına da kamuda devam edilecek.
Davutoğlu'nun açıkladığı pakete göre, çok tehlikleli işlerde çalışan 2
milyon 700 bin çalışanın mesleki yeterlilik belgesi alması zorunlu
olacak.
Meslek liseleri ve üniversitelerin ilgili fakültelerine zorunlu iş
sağlığı ve güvenliği dersi konulacak.
İnşaatlarda şantiye şefinin, madenlerde daimi ve teknik nezaretçilere
iş güvenliği uzmanı olma şartı getirilecek.
İş kazası olmayan işyerleri ödüllendirilecek, kaza meydana gelen
işyerlerine ekstra para cezaları verilecek.
Üç yıl içinde iş kazası olmayan çok tehlikeli işyerlerinde işsizlik
sigortası priminin işveren payı yüzde 2 yerine yüzde 1 olarak tahsil
edilecek.

Ancak takip eden yılda ölümlü iş kazası olursa aynı prim yüzde 3
olarak tahsil edilecek İdari para cezaları artırılacak.
İş kazalarında kusurlu olduğu saptanan işveren 2 yıl kamu
ihalelerinden men edilecek.
Maden ocaklarında çalışan işçiler çiple izlenecek. Yine maden
ocaklarında acil durumlarda fosforlu hayat hattı kurulacak.
Kamuda rödovans olacak, ancak tamamıyla bir başka işverene
devredilemeyecek.Özel sektörde rödovans olmayacak.
İşçinin koruyucu donanımını sağlamayan işverene para cezası verilecek.
İşin durdurulduğu işyerinde üretime devam edilmesi halinde ceza para
cezasına çevrilmeyecek, 3 ile 5 yıl arasında hapis cezası verilecek.
Ana hatlarını yukarıdaki önlemlerin oluşturduğu işçi sağlığı ve iş
güvenliği paketi olumlu olmakla birlikte, kazaların ana nedeni olan
taşeron işçiliğin kaldırlmaması büyük bir eksiklik.
İş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçilerin büyük çoğunluğunun
taşeron oldukları dikkate alındığında, tüm önlem ve paketlere karşın
bu sistemle yine can kayıpları olacaktır.
İşçiyi köle gibi gören bir zihniyetle,çok düşük ücrete işverenin
zorlaması ile mesai saatlerinden fazla çalışan, sosyal hakları
neredeyse olmayan taşeron işçiler,çalışma yaşamının kanayan yarasıdır.
Son yıllarda en çok iş kazalarının taşeron işçilerin ve rödovansın
yaygın olduğu maden ocakları ile inşaatlarda meydana geldiği
aşikardır.
İşçi sendikaları da rödovansın tümüyle yasaklanmasını, taşeron
işçiliğin kaldırılmasını, madenlerin kamulaştırılmasını, havza
madenciliğine geçilmesini, madenlerde sendikalaşmanın teşvik
edilmesini talep ederek, açıklanan paketin bu yönüyle eksik kaldığını
belirtiyorlar.
Görüldüğü gibi tüm sorunlar taşeron işçilik ve rödovansta düğümleniyor.
Sayıları 1.5 milyona ulaşan taşeron işçilik kaldırılarak bu işçiler
kadroya geçirilmeli, maden ocaklarının özelleştirilmesinden
vazgeçilmeli.
Eğer bu önlemler hayata geçirilirse, açıklanan işçi sağlığı ve iş
güvenliği paketi o zaman anlam kazanır.

21 Kasım 2014 Cuma

Biz Bir Aileyiz

''Biz Bir Aileyiz. Fenerbahçe Türkiye'nin en büyük sivil toplum
kuruluşudur. Türkiye'de olduğu gibi, Avrupa'da ve ABD'de de en büyük
sivil toplum kuruluşu olmayı hedefleyen Fenerbahçe aynı zamanda,
Atatürkçü, laik ve cumhuriyetçidir''.
Bu sözler Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım'a ait.
Ankara İncek Tesisleri'nde ''Hedef 1 Milyon Üye'' kampanyasının
tanıtımına katılan Aziz Yıldırım'ın bu sözlerine, genci, yaşlısı,
erkeği, kadını torunlarının ellerinden tutarak getirdiği yaşlı
bayanlar büyük bir coşku destek verirken, Atatürk ilkelerine
bağlılığını bir kez daha gösterdi.
Kızabilir, yerden yere vurabilir, fevri davranışlarını haklı olarak
eleştirebilirsiniz.


Ancak, bir kulübü ''Hedef 1 Milyon Üye'' kampanyası ile halka açmak,
her taraftarın maddi gücü çerçevesinde kulübe üye olabilmesine olanak
sağlamak gerçekten alkışı hak ediyor.
Ülkemizde çok sevilen yaşamın ötelenemez bir tutkusu olan futbol ve
futbol kulüpleri günümüzde ekonomik sorunlarla boğuşuyor.
Kulüpler bunları aşabilmek için yeni kaynak arayışına giriyor, ekonomik
bağımsızlığını sağlayacak adımlar atıyor.
Sadece Türkiye'de değil, Avrupa'daki futbol takımları da bu sorunu
yaşıyor, bunları yenebilmenin yöntemini araştırıyor.
Maddi kaynak yaratmak için, kulüpler ya halka açılıyor, ya çok güçlü
sponsorlarla etkinliğini sürdürmeye çalışıyor, ya da Barcelona'nın çok
önceden hayata geçirdiği gibi taraftarını belirli ücret karşılığında
üye yapıyor.
Ülkemizde de bunun önceliğini Fenerbahçe hayata geçirdi.
Artık, belirli kişilerin veya başkanların maddi desteği ile takımların
futbolun endüstriyel hale geldiği günümüzde yaşamlarını sürdürmesi çok
zor.
Futbol takımının geleceğini bir kişinin iki dudağı arasına hapsetmenin
doğru olmadığı yaşanan olaylarla açıkça görüldü.
Yerden yere vurabilir, bireysel ani ve öfkeli tavırlarını ağır bir
şekilde eleştirebilirsiniz, kendi taraftarınca ''diktatör'' diye
suçlanabilirsiniz.

Ancak ''Yiğidi öldür hakkını ver'' atasözüne uygun Aziz
Yıldırım'ın kulübü belirli kişilerin tekelinden kurtarıp, taraftara
açması, böylelikle yeni kaynak yaratmasına hiç bir söz
söyleyemezsiniz.
Göreceksiniz çok yakında, Galatasaray ve Beşiktaş başta olmak üzere
tüm Süper Lig takımları da yeni kaynak arayışına yönelmek için
taraftarı kulübe üye yapma kampanyasına gidecek..
Hatta Beşiktaş'ın bu yönde bir çalışma yürüttüğü de medyada yer aldı bile.
PTT 1.Lig takımları da önümüzdeki süreçte böyle bir yönteme başvurabilir.
Bir türlü kanıtlanamayan, şike iddiaları nedeniyle, hapiste yatan, her
maçta yuhalanan Aziz Yıldırım, tüm bunlara dik duruşu ile göğüs gerdi,
kulübünü korudu, taraftarı da ona sahip çıktı.
Atatürk''ün adını ağzını almaktan korkanların çok yaygın olduğu bir
ortamda korkmadan, çekinmeden ''Fenerbahçe camiası Atatatürkçü, laik
ve cumhuriyetçidir'' dedi.
Sözüm diğer takımlara, gelin siz de taraftarı çok pahalı olmayan
ücretle üye yapın, ''Kulübümüz
Atatürkçüdür, laik ve cumhuriyetçidir'' diye her yerde haykırın. Var mısınız?

17 Kasım 2014 Pazartesi

Sivas ve Gece

Hemen belirteyim, hayvanseverlerin öfkesini toplayan Kaan Müjdeci'nin
''Sivas'' filmi, iddia edildiği gibi hayvan düşmanı değil, aksine
yaşamın gerçeklerini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren bol ödüllü
bir yapıt.
İki hafta önce sinemalarda seyircinin karşına çıkan, bir hayli de övgü
toplayan ''Sivas'' ,Yozgat'ın Yerköy ilçesinde günümüzde gizli de olda
yapılan köpek dövüşleri ve bir küçük çocuğun üzerine kurgulanmış
başarılı bir film.
Film, Sivas isimli dövüşçü bir köpekle, 11 yaşındaki Aslan'ın (Doğan
İzci) bozkırda geçen hikayesini anlatıyor.
Okulda hep çekingen olan, öğretmenin kendisine Yedi Cüceler ve Pamuk
Prenses oyununda prens rolünü vermemesine içerleyen Aslan, egosunu ve
hırsını ölüme terkedilen ''Sivas'' isimli köpeği sahiplenerek onu
yeniden güçlü hale getirmesi ve tüm dövüşlerde birinci olmasıyla
gideriyor.

Sivas'ın dövüşlerde rakiplerini alt ederek birinci olması, Aslan'ı
gururlandırıyor, kendisine gereken değeri vermediğine inandığı çevresi
ve öğretmeninden bir anlamda, Sivas'ın başarısıyla intikamını alıyor.
Geçtiğimiz Eylül ayında 71. Venedik Film Festivali'nde ''Jüri Özel
Ödülü''ne layık görülen, 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde
de 3 ödülle dönen ''Sivas'' başarılarına bir yenisini daha ekleyerek
8. Abu Dhabi Film Festivali'nde ''En İyi Senaryo'', minik başrol
oyuncusu Doğan İzci de '' En İyi Erkek Oyuncu'' ödülünü kazandı.
Türk sinemasının kıt olanaklarla iyi işler çıkardığını genç yönetmen
Kaan Müjdeci ''Sivas'' filmi ile bir kez daha kanıtlıyor.
Kaan Müjdeci Venedik'te seçiciler kurulunun samimiyete ödül verdiğini
vurgularken, filminin de çok içten, yöre insanını çok yalın bir
şekilde anlatmasından ötürü ödülleri topladığını dile getiriyor.
Antalya film Festivali'nde ki gösterimi sırasında hayvanseverlerin
topluca salonu terkettiği, köpek dövüş sahneleri nedeniyle sert
eleştirilere uğrayan ''Sivas'' ta argo ve küfürlü diyalogların
çokluğundan da tepki toplamıştı.
Yönetmen Müjdeci, hayvanseverlerin eleştirilerine dövüş sahnelerinde
boya kullanıldığını, köpeklerin üzerinde kan bulunmadığı açıklamasıyla
yanıt vermişti.
Dozu fazla kaçsa da küfür ve argo yaşamın her alanında bireyler
tarafından sıkça kullanılıyor mu?
Sonuç, ''Sivas'' aldığı ödüllleri fazlasuyla hak eden, genç yönetmen
Kaan Müjdeci'nin ilk uzun metrajlı filmi olmasına karşın, bu sezonun
en başarılı yapıtlarında biri olduğu kesin.
''Sivas'', sırf 11 yaşındaki Doğan İzci'nin muhteşem oyunculuğunu
görmek için izlenmesi gereken bir film.

-Pavyonların Hüzünlü Dünyası-

Türk sinemasına ''Bereketli Topraklar Üzerinde'', ''Hakkari'de Bir
Mevsim'', ''Ayna'', ''Kanal'', ''Mavi Sürgün'', ''Yolda'' gibi çok
başarılı filmleri kazandırmış olan usta yönetmen Erden Kıral,
seyircinin karşına dört yıl sonra ''Gece'' ile çıktı.
Yılmaz Güney'in izini süren yönetmenlerden biri olan, halen de bu
çabasını elinden geldiğince sürdürmeye çalışan Kıral, 2008'de çektiği
''Vicdan'' daki gibi, ''Gece'' de de dışarıda göz alıcı parlak
ışıkların aksine içeride acı, hüzün ve dramı barındıran pavyon ve
konsomatrislerin dünyasına götürüyor seyirciyi.

Erden Kıral'ın neredeyse gedikli oyuncusu olan Nurgül Yeşilçay,
alışılanın aksine, sert maço bir tipi canlandıran Mert Fırat ile Nur
Sürer, İlyas Salman gibi Türk sinemasının emekçi oyuncularının yanı
sıra, Vildan Atasever, Teoman Kumbaracıbaşı'nın oynadığı ''Gece'' de
Güneydoğu'dan İzmir'e göç eden bir ailenin hüzün dolu hikayesi ve
çöküşüne tanık oluyorsunuz.
Çektiği her filmde toplumun değişik sorunlarına, alt gelir grubundaki
yoksul insanların öyküsüne yer veren Erden Kıral, 2013'te Orhan Kemal Ödülü'nü
kazanan Hasan Özçelik'in ''Zahit'' romanından esinlendiği ''Gece'' de
de bu ilkesinden ödün vermemiş
İzleyenin aklında ve gönlünde yer bırakan, bazı sahnelerinde
anlamsızlıkları bünyesinde barındırsa da iyi niyetle kotarılmış bir
Erden Kıral filmi ''Gece''.

12 Kasım 2014 Çarşamba

Köylülerin Asil Davranışı

Çok güzel bir atasözü vardır, ''Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste''.
Bu atasözünün ne denli anlamlı olduğu Soma'da zeytin ağaçlarının
kesilmesi sonrası yaşanan olaylarla bir kez daha görüldü.
Tek geçim kaynağı zeytin ağaçlarının termik santral uğruna
katledilmesine gözyaşları ile isyan eden, karşı koyan Somalı
üreticilere Danıştay aldığı yürütmeyi durdurma kararı ile destek
çıkarken, üreticilerin ellerini arkadan kelepçeleyen özel güvenlik
elemanları da işveren tarafından bir anda kapının önüne konuldu.
İlahi adalet bu olsa gerek.
Gözü gibi korudukları, yıllarca emek vererek yetiştirdikleri zeytin
ağaçlarının katledilmemesi için karşı koyan köylülere, ellerini
arkadan kelepçeleyerek gözaltına alan güvenlik görevlileri acaba
yaptıkları zulmün acısını şimdi yüreğinde hissediyorlar mı?
İşlerine son verilen güvenlik görevlilerine ilk kucak açan, yanlarında
olan, destek çıkan
dövdükleri, ellerini arkadan kelepçeledikleri köylüler oldu.
Geçim kaynağı zeytin ağaçları sökülen, üstelik karşı koydukları için
darp edilen köylülerin bu soylu davranışa ancak şapka çıkarılır.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk boşuna ''Köylü milletin efendisidir' dememiş.
Umarım, güvenlik görevlileri bu olayı sorgular, ders çıkarır,
vicdanlarıyla başbaşa kalır..
Anası, babası yaşındaki üreticilere zor kullanan güvenlik görevlileri,
''Bize, iş, emeklilik garantisi verdiler. Bizler de köylülerle kavga
ettik. Kullanıldık''diyerek bağırıyorlar.

Bunları niye köylülerin ellerini kelepçelerken düşünmediniz.
Tamı tamına 6 bin zeytin ağacı termik santral uğruna köylülerin
gözyaşlarına, feryadına karşın, yerle bir edildi.
Gözü gibi baktıkları, ekmek parasını çıkardıkları, tek geçim kaynağı
olan zeytin ağaçlarının tam da hasat zamanı sökülmesine, eşkiyalığa
isyan ediyor, Soma'nın kadını erkeği, genci, yaşlısı.
Sırf birileri termik santral kursun, parasına para katsın diye o
güzelim, barışın sembolü zeytin ağaçları hunharca katledildi.
Her bir ağacın yetişmesine binbir emek harcayan Somalılar, evladını
yitirmişcesine elleri koynunda katliamın acısını yaşıyor.
Bir yanda televizyonlarda yayınlanan kamu spotu ile ağaç sevgisini
topluma aşılayacaksınız, diğer yanda 6 bin zeytin ağacını termik
santral uğruna kökünden söküp atacaksınız.
Ne yaman çelişki.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün ağaç sevgisini her yurttaş yakından bilir
Ulu Önder, Yalova'daki yazlık köşkünün penceresine dayanan çınar
ağacını kesmeye kıyamaz, köşkün raylar üzerinden kaydırılarak, ağaca
zararar verilmemesi talimatını verir.
Atatürk'ün neden bir dahi, yeri doldurulamaz lider, çevre dostu, doğa
aşığı olduğunu bu olay ne güzel de ifade ediyor.
En azından 6 bin zeytin ağacına kıyanlar Ulu Önder'in bu asil
davranışını örnek alsalardı, Ama nerede?

10 Kasım 2014 Pazartesi

Daha Çok İşsize Para

İşsizlik Sigortası Fonu da beklentileri tamamıyla karşılayamadı.
Anımsanacağı gibi, fondan kendi kusuru olmaksızın işini yitirenlere en
fazla yürürlükteki asgari ücretin yüzde 80'i kadar belirli süreyle
maaş ödeniyor.
Mart 2002'den bu yana 5 milyon işsize toplam 7.1 milyar lira para
ödendi. Aynı sürede fonda 78.3 milyar lira birikti.
Her geçen gün artan, yüzde 10'a ulaşan işsizlik karşısında fondan bu
kadar az işsize para ödenmesi, yararlanma koşullarının yeniden gözden
geçirilmesini gündeme taşıdı.
Orta Vadeli Plan'nın (OVP) hedeflerine göre işsizliğin birkaç yıl daha
artması bekleniyor.
Yaklaşık 80 milyar lira biriken İşsizlik Sigortası Fonu'ndaki paranın
önümüzdeki yıl 12 milyar lira artışla 92 milyar lira olması
öngörülüyor.
Fondaki para son 4 yılda yüzde 40'tan fazla artmasına karşın, işsizlik
sigortasından yararlanan işsiz sayısı aynı oranda olmadı.
Oysa işçinin çalışırken yüzde 1 oranında prim ödediği fondan daha çok
işsizin yararlanması gerekiyor.

Mart 2002'den bu yana fondan 5 milyon kişi yararlanabilmiş.Halen
fondan 275 bine yakın işsize maaş ödeniyor.Yani fondan yararlananlar
toplam işsizlerin onda biri kadar.
Bu rakamlar da fondan maaş alabilme koşullarının çok katı olduğunu,
çok sayıdaki işsizin bu ödemeden yararlanamadığını gösteriyor.
Eylül ayı itibarıyla işsizlik sigortasına 67 bin 692 kişi başvururken,
bunlardan sadece 30 bin 794'üne maaş bağlanabildi. Başvuranların
yarıdan fazlası işsizlik ödeneğinden yoksun kaldı.
Fonda bu kadar büyük bir birikim varken, işsizlerin sadece yüzde
10'unun yararlanabilmesi mantığa hiç de uygun değil.
Daha fazla işsize maaş ödemek için, yararlanma koşullarının
esnetilmesi kaçınılmaz.
İşsizlik sigortasından yararlanabilmek için belirli süre prim ödemiş
olmak gerekiyor.
Eğer çalışan kişi adına son 120 gün kesintisiz prim ödenmemişse, o
kişi işsizlik ödeneği alamıyor.
Yüzbinlerce işsiz de sırf bundan ötürü işsizlik sigortasından yararlanamıyor.
Daha çok işsize para ödenebilmesi için son 120 gün kesintisiz prim
ödemiş olma koşulu kesinlikle kaldırılmalı.
Fona çalışanların prime esas kazançları üzerinden yüzde 1 oranında
prim ödeniyor.
Ücreti ne kadar yüksek olursa olsun işsiz kalanlar en fazla 900 lira
alabiliyor. Ücreti 2 bin 500 lira olanda 5 bin lira olan da aynı
parayı alıyor.
Bu koşulun da değiştirilmesi gerekli.
Çalışırken işsizlik sigortasında yüksek prim ödeyenler için hesaplanan
işsizlik ödeneğindeki üst limit kaldırılmalı.
İşsizlik sigortasında işsizlik parası dışında Genel Sağlık Sigortası
primleri de ödeniyor. Böylelikle işsizler sağlık hizmetinden de
yararlanabilecek.
Hizmet akdinin feshinden önceki son 3 yılda, 600 gün sigortalı olarak
çalışıp işsizlik primi ödemiş olan işsizlere 6 ay, 900 gün sigortalı
olarak çalışıp işsizlik sigortası primi ödemiş olan işsizlere 8 ay,
1080 gün sigortalı olarak çalışıp işsizlik sigortası primi ödemiş olan
işsizlere de 10 ay işsizlik ödeneği veriliyor.
İşsizlik sigortaına başvurular ya en yakın İŞKUR birimine şahsen, ya
da internet üzerinden www.iskur.gov.tr adresinden yapılabiliyor.
Başvuru için iş sözleşmesinin feshinden itibaren 30 günlük süreyi
geçirmemek gerekiyor.
Son söz, 80 milyar liraya yakın paranın biriktiği İşsizlik Sigortası
Fonu'ndan daha fazla işsize para ödemek için katı olan yararlanma
koşulları esnekleştirilmeli.

3 Kasım 2014 Pazartesi

Niye?

Soma ve İstanbul'daki faciaların acısı henüz dinmeden, Ermenek'ten
gelen acı haber bir kez daha yürekleri dağladı.
Artık kanıksanan, günde ortalama 5 emekçinin canını alan iş
cinayetleri neden önlenemiyor, neden işçiler ilkel, yeterli güvenlik
önlemleri bulunmayan ocaklara bile bile ölüme gönderiliyor?
Niye denetimler gereği gibi yapılamıyor, yapılsa bile göstermelik olan
bu denetimler neden aşırı kar hırsına bürünmüş işverenler üzerinde
caydırıcı olamıyor?
Hani torba yasa ile, madencinin ücreti iki asgari ücretten az
olmayacak, çalışma süresi günlük 8 saatten 6 saate düşürülecekti?
Bunlar hep kağıt üzerinde kalıyor.
İşte Ermenek'te su altında kalmaktan son anda kaçarak canlarını zor
kurtaran emekçiler, ''Öğle yemeğimizi yer üstünde yeseydik işçi
arkadaşlarımız ölmezdi'' diyerek işverenin üzerinlerinde nasıl bir
baskı kurduğunu çok güzel özetliyor.
Servis ve yemek yok, durmaksızın çalışmak, tuvalet gereksinimini pet
şişelere yapmak.
Nerede madenciyi koruyan, onların güvenlik önlemleri altında
çalışmasını sağlayacak düzenlemeler, hani torba yasa ile getirilen
yaptırımlar?
Sadece yasa çıkarmakla emekçinin çalışma koşulları düzelmiyor,
aldıkları ücret yükselmiyor.
DİSK'e bağlı Dev Maden-Sen Genel Başkanı işçilerin yasa uyarınca
hesaplarına yatırılan iki asgari ücretten birini işverene geri

ödediğini belirtiyor.
İnsanlık onuruna yakışmayan son derece önemli ve üzerinde ciddiyetle
durulması gereken bu açıklamanın doğruluğu ne yazık ki işsizlikten
bunalan, evine ekmek götürmekten başka bir amacı bulunmayan, her türlü
ilkelliği, vahşeti kabullenerek adeta ölüme giden emekçiler tarafından
da dile getiriliyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, ''Bu acı çekilecek gibi
değil. Ocağı kapatmak istediğimizde 50 kişiyi devreye sokuyorlar.
Sorumluluk hepimizde '' diyerek acı bir itirafta bulunuyor.
Sayın Bakan' itirafta bulunsa da ölen canlar geri gelmiyor.
Denetimler, göstermelik değil, gereği gibi yapılsa, çalışma koşulları
iyileştirilse, işçileri daha fazla üretim için zorlayan, ücretini tam
ödemeyen, yer altında yemek yemeye zorlayan işverene ağı hapis cezası da
dahil birçok yaptırımlar uygulansa bu ölümler yaşanır mıydı sayın
Bakan?
Bu yılın 9 ayında işçi ihmalkarlık, yetersiz denetim, aşırı kar
hırsındaki işverenin baskısı, işsizlikten ötürü maden, inşaat gibi
son derece tehlikeli işlerde çalışan 1415 emekçi yaşamını yitirdi.
Bu sürede Soma başta olmak üzere 354 madenci, 300 de inşaat işçisi
canından oldu.
En çok iş cinayetlerinin yaşandığı madencilik sektöründe kar oranları
her yıl katlanarak artıyor.
2006 -2013 yılları arasında maden sektörü yüzde 15.5 kar edeken, aynı
dönemde 651 madenci yaşamını yitirdi.
Bu rakamlar, düşük maliyet, düşük ücretle karların nasıl elde
edildiğini gösteriyor.
Bunun bedelini ilkel koşullarda, denetlenemeyen, ihmal edilen
ocaklarda çalışan emekçiler canlarıyla ödüyor.
İşçiler canlarını yitirdikleri ile kalmıyor, geride kalan gözüyaşlı
anne, baba, eş ve çocuklarına verilen sözler de yerine getirilmiyor.
Hani Soma işçilerine verilen sözler, neden paraları ödenmiyor?
Ermenekli madenci annesinin yetkililere hitaben ''Siz buradan çekip
gideceksiniz. Biz ne yapacağız?' sözleri tüm gerçekleri gözler önüne
seriyor
Niye emekçi bile bile ölüme gönderiliyor, niye niye, niye?.

29 Ekim 2014 Çarşamba

Neredesin Hamsi?

Geçen yıl olduğu gibi, bu yıl da geç kaldı.
İflah olmaz tutkunları dört gözle beklerken, balıkçılar da ne zaman
ağlarımıza takılacak, kasaları ne zaman dolduracağız diye merak etmeye
başladı.
Sofradaki yeri çok farklı olan, ucuz fiyatıyla yosulun yüzünü güldüren
geç çıkıp erkenden veda eden Karadeniz hamsisi, önceki yıllarda olduğu
gibi bu yıl da nazlanıyor, kendini
özletmeye devam ediyor.
Balıkçı tezgahları iyiden iyiye şenlendi.
Birbirinden güzel, iştah kabartan balıklar, tüm albenisiyle tezgahları süslüyor.
Çinekop, lüfer, palamut, torik, barbun, mezgit, istavrit, kalkan,
kefal tezgahlarda güzelliği ve canlılığı ile arzı endam ediyor.
Ne var ki, Karadenizlinin tutkunu olduğu hamsi henüz tezgahlarda yerini alamadı.
Ağız tadı ile sofralarımızın vazgeçilmezi hamsiyi henüz yiyemedik.
Tabi ki, balıkçı tezgahlarında ve sofralarımızda hamsi yer alıyor.
Ama özlemini çektiğimiz Karadeniz hamsisi değil bu.
Çok iri ve yavan olan Marmara hamsisi.
Nerede o ağızlarda unutulmaz lezzet bırakan, buğulaması, kızartması ve
ızgarası ile farklı pişirilen, kuru soğan eşliğinde yediğimiz o
muhteşem Karadeniz hamsisi?
Gerçi Giresun'da az miktarda hamsinin avlandığına ilşikin haberler yer

aldı medyada.
Ancak hamsi henüz istenilen düzeyde, bolca avlanamıyor.
Yavaş yavaş işaretlerini verse de bu sezon da geç kaldı o güzelim, leziz
Karadeniz hamsisi.
Balıkçılar, hamsinin çok az olmasını Karadeniz’de havanın ılıman
gitmesi, deniz suyunun soğumamasına bağlıyor.
Palamut ile çinekopun çok olması, bu balıkların hamsi ile
beslenmesinin de hamsinin az avlanmasına neden olduğu bildiriliyor..
Karadenizli balıkçılar, havanın, dolayısıyla denizin soğuması ile
birlikte sabırsızlıkla beklenen hamsinin tezgahları yine süsleyeceği
görüşünde.
Balıkçıların, Karadeniz'de Marmara hamsisi satıldığına ilişkin
açıklamalarını okuyunca, belleğime hamsinin bolca avlandığı, fakir,
fukaranın ucuz fiyatla tükettiği o eski günler geldi.
Usta şoförlerin kamyonlarıyla Fatsa’dan Ankara ve İstanbul başta olmak
üzere büyük kentlere, şimdiki gibi duble olmayan yollarda adeta zamana
karşı yarışırcasına, kasalarından akan sularla hamsi taşıdıklarını
anımsadım.
Sahi ne güzeldi o günler.
Hele azgın Karadeniz’de kaptan ve tayfaların dondurucu soğuğa karşın
avladığı hamsileri, kelle koltukta gece, gündüz demeden büyük kentlere
kazasız, belasız ulaştıran Fatsalı isimsiz usta şoförleri kim
unutabilir? Şimdi öyle mi?
Hamsi ve balıklar soğutucu kasalı kamyonlarda, duble yollarda,
rahatlıkla büyük kentlere ulaştırılıyor.
O günün cefakar, deniz ve uzun yol emekçilerini bir kez daha saygı ile
anarken, ölenlere rahmet, yaşayanlara uzun ömürler diliyorum
Büyük kentlerde yaşayanlar, hamsinin ve diğer balıkların bin bir emek
ve zahmetle avlandığını, sofralarına nasıl geldiğini acaba hiç
düşünüyor mu?
Yoksa’’ kardeşim ben sadece ''tadına bakarım'' mı diyor?
Umarım balıkçıların dediği, gibi havalar soğur da yoksulu, varsılı
halkın sofrasında arzı endam eden, balıkların içinde, kendine özgü
tadıyla ayrı bir yeri bulunan Karadeniz hamsisi bolca avlanır.
Neredesin Karadeniz hamsisi? Yavan ve tatsız olan Marmara hamsisi
soframızda senin yerini tutamıyor.
Bizi daha fazla bekletme.
Büyük bir özlemle seni bekliyoruz.
.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Memur ve Emekliye Niye Yok?

Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in açıklamalarıyla memur ile memur
emeklisine bu yıl için enflasyon farkı ödenmeyeceği kesinleşti.
Geçen yıl imzalanan toplu iş sözleşmesiyle maaşlarına 123 ila 146 lira
zam yapılan memur ve emeklilerinin hevesi kursağında kaldı.
Bu yıl enflasyonun revize yapılarak yüzde 9.4 olarak gerçekleşmesi
öngörülüyor. Oysa memur ve emekliye bu yıl için yapılan zam maaşlara
göre yüzde 5 ile yüzde 8 arasında değişiyor.
Yani memur ve emekliye yapılan zam enflasyonun gerisinde
kalacak, bu kesim deyim yerinde ise yine açlıkla mücadele edecek.
Hükümet, profesör, doçent ve yardımcı doçent, öğretim görevlisi ile
okutmanların maaşlarına zam yapılmasını içeren yasa tasarısını Meclis'e sundu.
Bunun yanı sıra hakim ve savcıların maaşlarına da zam yapılacak.
Elbette ki bu kesimin maaşlarına açlık sınırının bin 200 lirayı aştığı
bir ortamda zam yapılmasına kimse ''hayır'' diyemez. Bir de yaptıkları
ve üstlendikleri görev gereği bunu fazlasıyla hak ediyorlar.
Ancak memur, işçi, emekli de bu zammı hak ediyor. Onlar da bu ülke
için yıllarca emek harcadı, yıllarca kamu hizmetini yürüttü.
Eğer bir zam yapılacaksa ayrımcılık yapılmadan tüm memur ve emekli
için de aynısı yapılmalı.
Maliye Bakanı enflasyon farkının bu yıl ödenmesinin hukuken
mümkün
olmadığını açıklamış.
Eğer hükümet dar gelirli bu kesime zam yapmak istese onlar için de
pekala yasal bir düzenleme gerçekleştirerek, maaşlarında iyileştirme
sağlayabilir.
Ama niyetlerinde, düşüncelerinde bu yok. Çünkü başta emekli olmak
üzere alt gruptaki çalışanlar korumasız. Üye oldukları
sendikaların da sesi çok gür çıkamıyor. Memur ve emekli bu yıl da mağdur.
Elektrik ve doğalgaz fiyatlarındaki yüzde 9'luk artışın ardından
iğneden ipliğe tüm ürünlerde artış olacağı dikkate alındığında memur
ile emekli maaşlarına zam yapılması kaçınılmaz.
Memur ve emekli zam için 2015'i bekleyecek. Ama bu zam da yine yüzde
3+3 olacak. 2015'te bu kesime enflasyon farkı bu kez ödenecek.
İşçi ve Bağ-Kur emekli aylıklarına ise 1 Ocak 2015'ten itibaren bir
önceki 6 ayda gerçekleşen enflasyon oranında zam yapılacak. Onların
durumu da iç açıcı değil.
Dar gelirli kitlenin rahat bir nefes alabilmesi, günün koşullarına
uygun bir yaşam sürdürebilmeleri için aylıklarında akademisyen, hakim
ve savcı maaşlarında olduğu gibi iyileştirmeler yapılması
zorunlu. Yoksa yüzde 3, 4 veya 5 zamlar yeterli olmuyor, sorunlarını
çözmüyor.
Bu kesim son derece düşük, enflasyonun altında kalan zamlarla yaşam
mücadelesi veriyor.
Geçen yıl hükümet ile Memur-Sen arasında bir gecede bağıtlanan toplu
iş sözleşmesiyle memur ve emeklinin nasıl bir hak kaybına uğradığı,
mağdur olduğu da net olarak ortaya çıktı.
Umarım bağıtlanan bu toplu iş sözleşmesinden Memur-Sen ders alır,
önümüzdeki Ağustos ayında oturacağı toplu iş sözleşmesi masasında aynı
tutumu takınmaz, yüksek zam için ısrarcı olur.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Babalar Gibi Satıyorlar

Eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın kamu kurumlarının
özelleştirilmesine ilişkin ''Babalar gibi satarım'' sözü
belleklerdeki canlılığını hala korur.
Gündeme gelen yeni özelleştirme haberleriyle, Unakıtan'ın hem maliye,
hem de özelleştirmenin başında olduğu dönemde kamu kurumlarının
satılmasına yönelik eleştirilere verdiği bu yanıtı anımsadım
Şimdi de Haydarpaşa Projesi, Otoyol ve Köprüler, Elektrik Üretim
Santralleri, bazı limanlar, Spor Toto, At Yarışları, Halk Sigorta
Emeklilik ile Türksat Kablo TV, şeker fabrikaları satılacakmış.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in açıklamalarına göre, halkın ödediği
vergilerle kurulan, her birinde emekçilerin alın teri bulunan devletin
karlı kuruluşları, öncekiler de olduğu gibi gözden çıkarıldı,
birilerine peşkeş çekilircesine, rant uğruna satılacak.
Son olarak Milli Piyango özelleştirildi. Neymiş efendim ''devlet kumar
oynatmazmış''.
Sırf bu gerekçeyle Hazine'ye oluk oluk para akıtan, kar eden bir kurum
daha elden çıkarıldı, satıldı.
Önceki yıllarda da Türk Telekom, TÜPRAŞ, Elektrik Santralleri,
Barajlar, Seydişehir Alüminyum, Sümerbank, TEKEL ve diğerleri, ''zarar
ediyorlar'', ''devlet ayakkabı, basma üretmez, rakı satmaz''
gerekçesiyle adeta birilerine ikram edilmişti.

Bu kuruluşları alanlar üç- beş yıl sonra ödediklerinin çok üzerinde
rakamlarla, çok büyük karlarla başkalarına devretti, kazandıkça kazandı.
Ne olurdu bu kurumlar devletin elinde kalsa, karları devletin kasasına girseydi?
Milli Piyango'nun ardından şimdi de Haydarpaşa Projesi başta olmak
üzere yine ülkenin göz bebeği kurumlar satılığa çıkarılacak.
Türk Hava Yolları'nın da (THY) özelleştirileceği gündeme getiriliyor,
hatta bu yöndeki hazırlıkların sürdüğü belirtiliyor.
Hem ''THY dünya markası'' diyeceksiniz, hem de filosunu yeni uçaklarla
güçlendiren, neredeyse uçmadığı ülke kalmayan böylesi övünülecek bir
kurumu, markayı satacaksınız. Pes vallahi.
Birer birer elden çıkarılan bu kuruluşların satışıyla elde edilen
para, iç ve dış borcu ödemeye yetti mi? Hiç de öyle değil.
1986-2014 yılları arasında yaklaşık 70 milyar dolarlık özelleştirme
gerçekleştirildi.
Özelleştirme gelirleri, iç ve dış borç ödemelerinde kullanılmak üzere
Hazine'nin hesaplarına aktarıldı.
Ne var ki özelleştirmelere rağmen, iç ve dış borç azalmadı, aksine
artış gösterdi.
AKP döneminde gerçekleştirilen 62 milyar liralık özelleştirme gelirine
rağmen, kamu borç stoku 103 milyar dolar arttı.
Hem borçlar arttı, hem de Cumhuriyet ile yaşıt Türkiye'nin
örnek işletmeleri satıldı.
Bunun yanı sıra özelleştirilen kurumlarda çalışan binlerce
emekçinin işine tazminatları ödenerek son verildi.
Bu insanlar bir anda işsizler ordusuna katıldı.
Nedir bu özelleştirme sevdası? Neden kamunun kar eden kuruluşları
teker teker elden çıkarılıyor? Nedir bu Cumhuriyet'in köklü
kuruluşlarını satma iştahı?
Kamunun işletmelerini sata sata bitiremediler.
İşletmelerin satılmasından vatandaş memnun mu diye sorulmuyor bile.
Özelleştirmeden elde edilen gelirler nereye harcandı, satılan
kurumların ne kadarı kapandı, ne kadarı rehabilite edlip daha iyi bir
duruma geldi?
Kamu kurumlarını alanlar ne kadar yeni istihdam yarattı veya ne kadar
işçi çıkardı?
Bu soruların yanıtı net olarak bilinmeden yeniden devletin devasa,
birçoğu da kar eden kuruluşları satılığa çıkarılıyor.
Rehabilite edilip yeni istidam yaratılması, daha verimli üretim
amacıyla yapılan özelleştirmelerde bu gerçekleşti mi?
Bunun yanıtı tabii ki hayır.
Kamu işletmelerini alanlar bırakın yeni istihdam yaratmayı, öncelikle
işçilerin işine son verdi.
Satılan kurumların arsalarına villa, rezidans, gökdelenler dikildi, bu
inşaatlarda iş güvenliğinden yoksun çalışan yüzlerce işçi hayatını
kaybetti
Oysa özelleştirmenin amacı işletmeler üzerindeki hantal yapıyı
kaldırmak, modernleşmesini sağlamak, üretime ve istihdama katkı
yapmaktı.
Ne yazık ki 1986 yılından bu yana süren özelleştirmelerde bu gerçekleşmedi.
Sonuçta o güzelim devasa kurumlar ''borç ödemek'' için elden
çıkarılırken, istenilen amaca ulaşılamadı, insanlar işinden oldu,
ülkenin gözbebeği kurumlar elden çıkarıldı.
Yaşanan bu olumsuz tabloya karşın hükümet şimdi de yeni kamu
işletmelerini ''Babalar gibi satmaya'' hazırlanıyor.

7 Ekim 2014 Salı

Sağlık mı Tasarruf mu?

1 Ekim'den itibaren ilaçta yeni uygulama başladı.
Bundan böyle hasta eşdeğer ilacı kabullenmeyip, başka ilacı alması
halinde daha fazla katkı payı ödeyecek.
İşçi, memur, emekli, eşdeğer olarak belirlenen ve ucuz olan ilacın
dışında hekimin yazdığı reçetedeki ilacı tercih etmesi durumunda
ödediği katkı payı artacak.
SGK halen uygulamakta olduğu bant fiyatın yanında bundan böyle taban
fiyat uygulamasını da devreye soktu.
Bant fiyat uygulamasında eşdeğer, yani etken maddelere sahip gruptaki
ilaçlardan en ucuzunun üzerine yüzde 10 katkı yapmaktaydı.
SGK bundan vazgeçerek, taban fiyat uygulayacak, yani yüzde 10
katkıyı bu ilaçlara yapmayacak.
Hasta SGK'nın yeni uygulaması ile taban fiyat kapsamındaki, çoğunluğu
da şeker, kalp, tansiyon ilaçlarında ucuzu yerine, hekimin reçetesine
yazdığı ilacı alırsa ödeyeceği katkı payı iki katına çıkacak.
SGK'nın yaptığı yüzde 10'luk katkının ilerki günlerde tüm eşdeğer
ilaçlardan kaldırılması da öngörülüyor.
Sosyal Güvenlik Kurumu'nun (SGK) Sağlık Uygulama Tebliğinde yapılan
değişiklikle, ilaca katkı payının artmasının yanı sıra belirli


hastalık gruplarında, yani tansiyon, şeker, kalp gibi kronik
hastalıklarda reçete yazım süresi 6 aydan 3 aya indirildi.
Bu uygulama da en çok evinden çıkamayacak derecede hasta olanları zor
durumda bırakacak.
SGK yetkilileri kronik hastaya 3 ayda bir reçete yazılması
uygulamasının istismarın önlenmesi amacıyla getirildiğini savunuyor.
Yetkililer, aile hekimlerinin hastanın ayağına giderek reçete
yazabileceğini de belirtiyor.
SGK, böyle bir uygulamaya geçilmesini tasarruf olarak açıkladı. 2014
yılında SGK'nın ilaç harcamalarının 15 milyar liranın üzerinde olacağı
tahmin ediliyor.
Yine SGK yetkilileri hastaların ilacı bilinçli kullanamadığını, çok
sayıda ilacın çöpe atıldığını vurgulayarak, akılcı ilaç kullanımının
yaygınlaştırılması gerektiğine dikkat çekiyor.
Bu savlarda doğruluk payı olsa da kamuoyunun haberi olmaksızın bir
anda yeni uygulamaya geçilmesi haklı tepkilere yol açtı.
Bu uygulamaya karşı çıkan İlaç İşverenleri Sendikası (İES) uygulama
kapsamına alınan gruplardaki ilaçlar için hızla bir yeni fiyat
erozyonunun yaşanacağını, üreticilerin pazarı ele geçirmek için yanlış
fiyatlandırmaya gideceğini, ilaçların kalitesinin ve çeşidinin
düşeceğini, bunun da hastanın gelecekte ilaç bulmakta zorlanacağını
savunuyor.
Eğer bir hastaya yıllardır kullandığı etkili ilaç yerine ''Bu ucuz
bunu kullan'' demek çok doğru ve sağlıklı bir yaklaşım değil.
Sağlık her bireyin rahatça, hiçbir engellemeyle karşılaşmadan
alabileceği en temel haktır.
Bu hakkı tüm bireylere sağlamak da sosyal devlet olmanın gereğidir.
İlaçta tasarruf yapacağım derken, insan sağlığı ile oynanmamalı.
Tasarrufun yolu toplumu bilinçli ilaç kullandırmaya alıştırmaktan geçer.

23 Eylül 2014 Salı

Beş Yıldır Toplanamayan ESK

İş cinayetleri her gün can alıyor, taşeron işçilik artıyor, işsizlik
son 41 ayın zirvesinde, enflasyonda yükseliş sürüyor, büyüme rakamları
aşağıya doğru yuvarlanıyor, bu sorunların masaya yatırılacağı, çözüm
aranacağı Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK) beş yıldan bu yana
toplanamıyor.
Sadece bu sorunlar değil, işçi, memur ve emekli maaşları yükselen
enflasyon karşısında eriyor, okulların açıldığı bu günlerde sınıfta
eğitim görmesi gereken çocuklar küçük bedenleriyle tarlalarda emek
harcıyor, çocuk işçiliği yaygınlaşıyor, onca alınan önlemlere karşın
ülkenin kanayan yarası kayıt dışı istihdam çirkin yüzünü her yerde
göstermeye devam ediyor, ESK toplanamıyor.
Ekonominin ve ülkenin ötelenemez bu temel sorunları ortada dururken, işçi,
memur, işveren ve hükümet temsilcilerinin katılımı ile bunlara karşı alınacak
önlemlerin değerlendirileceği ESK, 5 Şubat 2009'dan bu yana toplanamıyor.
Ekonomide onca önemli konular gündemdeki yerini korurken, hükümet
nedendir bilinmez işçi ve işverenlerin çağrısını görmezden gelerek
Ekonomik ve Sosyal Konsey'i beş yıldır toplantıya çağırmıyor.
ESK toplantısı yerine, Mecidiyeköy'deki iş cinayetinde 10 emekçinin
yaşamını yitirmesinin ardından, Başbakan Ahmet Davutoğlu başkanlığında
işçi ve işveren temsilcilerinin katılımı ile iş güvenliği zirvesi
gerçekleştiriliyor.
Asıl bu sorunun geniş kapsamlı değerlendirileceği ESK yine görmezden geliniyor.

Sosyal taraflar arasında sağlanacak diyalog ve uzlaşma ile başta ekonomi
olmak üzere ülke sorunlarına çözüm bulmak amacıyla 2001'de kurulan,
yılda en az iki kez toplanması gereken ESK bugüne dek sadece sekiz kez
toplanabildi.
ESK, bir anlamda işlevini yitirdi, hedeflenen iş barışı yeterince
sağlanamadı, çözüm bekleyen sorunlar katlanarak arttı.
ESK, çalışma barışı adına Avrupa ülkelerinin çok önemsediği bir kurum
niteliğinde.
Ekonomik ve Sosyal Konsey, Avrupa'da sosyal diyaloğu sağlamak
amacıyla İkinci Dünya Savaşı sonrası hayata geçirildi.
Türkiye 2001'de kurulan ESK'ya Fransa'nın ardından anayasal statü
kazandıran ikinci ülke olmasına karşın, uygulamada başarılı olamadı,
amaçlanan diyalog, uzlaşma sağlanamadı.
ESK, çalışma barışı adına Avrupa ülkelerinin çok önemsediği bir kurum
niteliğinde.
Avrupa'da hükümetler konseyin kararını çok önemsiyor, kararlarını
eksiksiz uyguluyor.
Oysa ülkemizde çok büyük savlarla kurulan, 2010'da gerçekleştirilen
referandumla anayasal statüye kavuşturulan ESK'nın varlığı kağıt
üzerinde kaldı.
Komisyon üyesi sivil toplum örgütlerinin ''ESK toplanmalıdır''
çağrılarını duymayan hükümet, bu konuda doyurucu bir açıklama bile
yapmıyor.
Moody's ve Fitch gibi uluslararası derecelendirme kuruluşlarının Türk
ekonomisini mercek altına aldığı, kırılgan bir yapıya doğru evrildiği
ortamda ESK, bugünlerde toplanmayacak da ne zaman toplanacak?
Cicim aylarını yaşayan hükümetin bir önceliği de ekonomik yaşamda çok
önemli işlevi bulunan, uzlaşıyı, toplumsal mutabakatı sağlayacak
Ekonomik ve Sosyal Konsey'i acilen toplantıya çağırmasıdır.
ESK, bugünlerde toplanmayacak da ne zaman toplanacak?

17 Eylül 2014 Çarşamba

İş Aslanın Midesinde

İşsizlik rakamları açıklandı, korkulan oldu.
Neredeyse her evde bir genci pençesine alan, ailesiyle birlikte
kıvrandıran işsizlik yükselişe geçti.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine göre, Haziran ayında
işsizlik yüzde 9.1 oldu.
Mayıs ayında bu rakam yüzde 8.8'di. Yani 0.3 puanlık bir artış gerçekleşti.
Verilere göre, işsiz sayısı aynı dönemde 2 milyon 551 binden, 2 milyon
654 bine çıktı.
Bunlar resmi kayıtlar, yani bilinenler. Bir de iş arayıp da Türkiye İş
Kurumu'na başvuruda bulunmayanlar var.

Bunlar da dikkate alındığında gerçek işsiz sayısı 10 milyona yaklaşıyor.
İşsizlik erkeklerden çok kadınları olumsuz etkiliyor.
İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 8,3 iken kadınlarda yüzde 10,9.
Yine işsizliğin kıskacından en çok gençler etkileniyor.
15-24 yaş grubunu içeren genç nüfustaki işsizlik oranı yüzde 16,7.
Üniversiteyi bitiren, askerliğini yapan en verimli çağında evde veya
kafelerde internet başında vakit geçiren gençler, ailesine yük
olmamak, ekonomik özgürlüğüne kavuşmak amacıyla her gün yeni bir
umutla iş arıyor.
Büyük umutlarla adım attıkları üniversiteyi bitirmenin sevincini
yaşayan gençlerin bu sevinci, iş için başvurdukları kapıların birer
birer yüzlerine kapanmasıyla umutsuzluğa, karamsarlığa dönüşüyor.
İş bulsalar dahi ya çok düşük ücret, ya da sosyal güvenceden yoksun
çalışmayı kabulleniyorlar. Onu da bulabilirlerse.
İş artık aslanın ağzında değil, midesinde. Aslanın midesindeki bu işi
kapabilmek için milyonlarca kişi kıyasıya yarışıyor.
İş sahibi olabilmek işte bu denli zor.
İşsizlik, hayat pahalılığı ve terörle birlikte ülkenin en önemli
sorunu. Hatta birinci sırada.
Nüfus ile birlikte artan işsizlik yıllardır indirilemiyor, işsizler
ordusu günden güne çoğalıyor.
Çözüm ne derseniz?
Çözüm yeni istihdam alanları, nitelikli iş gücünün oluşturulması,
özellikle meslek edindirmeye yönelik eğitimlerin yaygınlaştırılarak
gençlerin buraya teşviki, sadece üniversite eğitimiyle yetinmeyerek
günün teknolojik koşullarına uygun bir donanıma bürünmek, okumak
araştırmak, bir değil en azından iki yabancı dili konuşabilmek,
özgüveni yüksek olmak.
Herkesin bildiği bu özellikler çok basit görünse de öncelikle atılması
gereken adımlar.
İşsizliği asıl çözecek siyasi iktidarın uygulayacağı, ayrımcı olmayan
ekonomik politikalardır.
Her bireyin gönlünce bir işte çalışabildiği ortamın oluşmasında,
sosyal adaletin sağlanmasında temel görev siyasi iktidarın.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Artık Yeter

İhmalkarlık, yetersiz önlemler, üstün körü gerçekleştirilen
denetimler, kölelikten farksız çalışma sisteminden ötürü 10 emekçi
daha çileli yaşamlarına veda etti.
İş cinayetleri Soma faciasının acısı daha dinmeden, çirkin yüzünü,
vahşetini bu kez İstanbul'da gösterdi, 10 emekçiyi yaşamdan kopardı.
Bazılarının yazgı diye tanımladığı günde 5 işçinin canını
alan iş kazaları katlanarak artıyor.
Sadece son bir ayda, yani Ağustos ayında 158 emekçi iş cinayetlerinin
kurbanı oldu.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'nin verilerine göre, Ağustos
ayındaki iş cinayetleri en çok tarım, inşaat, taşımacılık, enerji ve
belediye işkollarında can aldı.
Çalışma yaşamını ahtapot gibi saran, hemen hemen her işyerinde,
işletmelerde yaygınlaşan taşeron işçiler en çok iş kazalarının kurbanı
oluyor.

Sırf muhannete muhtaç olmadan, evine ekmek götürmek için ter akıtan,
çoğu da sosyal güvence ve sendikal haktan yoksun taşeron işçiler,
yetersiz önlemlerle ya yerin yüzlerce metre altında maden ocaklarında
grizu patlamasında göçükten, ya da onlarca metre yükselikteki
inşaatlarda düşerek yaşama veda ediyor.
Her gün yüreklere yeni bir acı, her gün beş emekçinin evine ateş düşüyor.
Mayıs ayında Soma’daki faciadan ötürü dikkatler maden ocakları ve
buralarda meydana gelen iş kazalarına yoğunlaştı.
Aslında, diğer işkollarında da iş güvenliği konusu ‘’alarm’’
veriyor. Bu işkollarının başında da inşaat ilk sırada geliyor.
Madenden sonra en fazla iş kazaları inşaat işkolunda meydana geliyor.
Veriler de bunu açıkça ortaya koyuyor.
Araştırmalara göre, iş cinayetlerinde ölümlerin yüzde 37’si yapı
sektöründe. Buradaki ölümler, madenlerdeki gibi kitlesel olmadığından,
dikkatlerden kaçıyor, gündeme bile gelmiyor.
İnşaat işkolunda neredeyse günde bir veya iki işçi yaşamını yitiriyor.
İnşaatlardaki kazaların çoğunluğu Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük
kentlerde oluyor.
Bunun nedeni de bu kentlerdeki plaza, kuleler gibi çok yüksek
inşaatların bulunması.
İstanbul'daki son acı olay bunu açıkça gözler önüne serdi.
Büyük kentlerde çevrenize dikkatlice baktığınızda bu çok katlı
binaların mantar gibi her yerde türediğine tanık olabilirsiniz.
İşte bu devasa binalarda çalışan işçilerden her gün bir veya ikisi ya
düşerek, ya iskele çökerek can veriyor. Ya da İstanbul'da yaşanan son
olaydaki gibi asansörün düşmesiyle çok sayıda emekçi ölüyor.
Ama bu ölümler kitlesel olmadığından kamuoyunun gözünden kaçıyor.
Ancak, Mecidiyeköy'de 10 işçinin yaşamını yitirmesi ile gözler
inşaatlardaki iş kazalarına çevriliyor, gündeme gelebiliyor.
İhale usulü ile alınan hastane, konut ve diğer kamu binalarının kısa
sürede bitirilmesi baskısı inşaatlarda ölüme davetiye çıkaran en
önemli etmenlerin başında geliyor.
Görüldüğü gibi madenlerdeki kazalar kadar, inşaatlardaki kazalar da
çok kaygı verici, görmezden gelinmeyecek boyutta.
Tüm işkollarında, işyerlerinde iş güvenliği kuralları eksiksiz
uygulanmalı, ekmek parası uğraşındaki emekçiler pisi pisine ölmemeli.
Artık yeter, iş cinayetlerine karşı toplumsal bir sefereberlik başlatılmalı.
Emekçiler, iş kazalarında Avrupa şampiyonu olan değil, sosyal
güvencelerinin sağlandığı, sendikal haklarını çekinmeden kullandığı,
emeğinin karşılığını tamamıyla alabildiği, taşeronluğun önlendiği, en
önemlisi iş güvenliğinin eksiksiz sağlandığı, denetimlerin gereği gibi
yapıldığı bir ülkede yaşamak istiyor.
Türkiye ve emekçileri, bu kötü tabloyu hiç hak etmiyor.

6 Eylül 2014 Cumartesi

Taraftarı Tribünden Kaçırmayın

6222 sayılı spor sahalarında şiddet ve düzensizliğin önlenmesine
ilişkin yasa uyarınca Spor Toto Süper Lig ve PTT 1. Lig'e şart koşulan
elektronik bilet uygulaması seyirciyi futboldan uzaklaştırıyor mu?
Spor Toto Süper Lig ile PTT 1. Lig'in ilk hafta maçlarında tribünler
boş, takımlar taraftar desteğinden yoksun kaldı.
Yeni sezonun başlamasını heyecanla bekleyen futbolun en önemli
figürlerinden biri olan taraftar, bu yıl tüm stadyumlarda uygulanmaya
başlanan e-bilet sisteminden ötürü ilk hafta maçlara ilgi göstermedi.
Stadyumlara giriş için alınması zorunlu olan Passolig kartı sahibi
taraftar da sistemdeki arızalar nedeniyle tribünlerdeki yerini
alamadı, takımlar ilk hafta neredeyse seyircisiz maç oynadı.
İlk hafta Türkiye genelinde oynanan 18 maçtaki seyirci sayısı parmakla
sayılır rakamlarda kalırken, bazı maçlardaki gişe geliri hakem,
görevli ve işletme giderini bile karşılayamadı.
İlk haftada Süper Lig'de oynanan 9 maçta yaklaşık 50 bin kişi
tribünlerdeki yerini aldı.

Oysa Passolig yetkilileri 250 bin kart sattıklarını açıklıyor. Bu da
e-bilet sisteminin stadlardaki turnikelerle uyumlu hale
getirilmediğini açıkça gösteriyor.
Sistemdeki arızalar sırf Süper Lig maçlarının stadlarında değil, PTT
1. Lig maçlarınının oynandığı stadlarda da yaşandı.
Passolig sahibi Samsunspor taraftarının, Giresunspor maçı öncesinde
Başkan Emin Kar'a turnikelerdeki sorunlar nedeniyle stada
giremediklerini, soruna çözüm bulunmasını ilettiklerini Haber
gazetesinde okumuştum.
Hazır milli maç nedeniyle liglere bir hafta verilmişken sistemdeki bu
sorun giderilmeli, seyircinin stada girmesindeki engeller ortadan
kaldırılmalı.
Kimsenin ne seyirci futboldan soğutmaya, ne de takımları taraftarından
yoksun bırakmaya hakkı var.
Taraftarın ilgisinin az olduğundan yakınan Passolig'in sahibi şirket
veya banka, Türkiye Futbol Federasyonu ile kafa kafaya vererek, bu
uygulamayı seyirciye nasıl sevdirebiliriz, nasıl daha çok kart
satabilirizin değerlendirmesini yapmalı. Tabi takımların da görüşleri
alınarak.
Aman dikkat seyirci taraftar tribünden soğursa, uzaklaşırsa bir daha
geri döndürmek çok zor.
Tüm stadı attığı ilginç sloganlarla inleten, takımların itici gücü,
futbolun en önemli figürü olan seyirciden yoksun maçlar hiç renkli
olmaz, çekilmez, televizyonda izleyene bile keyif vermez.
Son söz taraftara, takımınızı kırmadan, dökmeden, küfür etmeden
sahiplenin, destekleyin, aranızdaki şiddet eğilimlilerini soyutlayın.
Yoksa kaybeden hem siz, hem de takımınız olur.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Rastgele

Çingene palamudu tezgahları erken şenlendirmeye başladı. Deneyimli
balıkçılar, çingene palamudunun erken boy göstermesini bu yıl
bereketli bir sezonunun yaşanacacağının işareti olarak
değerlendiriyor.
15 Nisan'da başlayan av yasağı, büyük teknelerin 1 Eylül'de
''rasgele'' nidaları altında denizlere açılması ile sona erecek.
Üç yanı denizlerle çevrili olaın Türkiye, kişi başına
tüketilen balık miktarı açısından Avrupa ülkelerinin bir hayli
gerisinde.
AB'de 24 kilogram olan kişi başına yıllık balık tüketimi Türkiye'de
7.5 kilogram düzeyinde.
Avlanma biçimleri, ana girdi mazot fiyatının sürekli artması
balıkçılığımızı olumsuz etkiliyor.
Denetimsizce denizlerde gezinen gırgılarla gerçekleşitirilen avlanma
sonucu denizlerin kuruması, türün azalması balıkçılığa vurulan en
büyük darbe.
Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz'in kıyılarına ev sahipliği yapan,
balıkçılıkta bir zamanlar parmakla gösterilen Türkiye, ne acıdır ki
bugün balık ithal eden bir ülke konumuna geldi.
Tezgahlarda boy gösteren, görünümüyle iştahları kabartan o güzelim
balıkların tamamanın ülkemizde avlandığını düşünüyorsanız,
yanılıyorsunuz.
Sadece somon ve uskumrunun Norveç'ten ithal edildiğini, geri
kalanın ise ülkemiz karasularında avlanan balıklar olduğunu bilebilirsiniz.
Ancak, bunun hiç de öyle olmadığını kısacık bir araştırmayla öğrenebilirsiniz.
Bilinçsizce ve hoyratça avlanma sonucu, Norveç'ten somon ve uskumrunun
yanı sıra mezgit, Romanya ve Bulgaristan'dan kalkan, Senegal'den lagos
ile dil balığı, Gine ve Mısır'dan barbun ile mercan, Vietnam, Tayland
ve Endonezya'dan karides ithal ediyoruz.
Oysa, etrafı denizlerle çevrili, 8 bin 333 kilometrelik kıyı şeridi ve
177 bin 714 kilometre uzunluğundaki nehirleriyle balıkçılığa uygun
Türkiye'nin balık ithal etmesi hem üzüyor, hem de
onurumuzu incitiyor.
Balık avının temel girdisi olan mazot fiyatının sürekli artmasından
ötürü, balıkçılığa olan ilgi giderek azalıyor, avlanan az
miktardaki balık da pahalı olarak tezgahta müşteri bekliyor.
Balıkçılar sahipsiz, yurt dışından balık ithal eder duruma geldik,
sektör zor durumda, balıkseverler canının çektiği balığı bulamıyor,
bulsa bile pahalı olmasından ötürü yanına yaklaşamıyor.
Seçenek olarak piyasaya sürülen kültür balıkları ise tadı, kokusu ile
kesinlikle deniz ürünlerinin yerini alamıyor.
Peki çözüm ne?
Çözüm, balıkçılara uygun koşullardaki krediyle sahip çıkmak, bilinçli
avlanmaya ilişkin eğitim, teknelerin günün koşullarına uygun
teknolojik donanımlarla yenilenmesi, av yasağına uymayanlara ağır
yaptırımların uygulanması, bu önlemlerin kağıt üstünde kalmamasıdır.
Bunların hayata geçirilmesi can çekişen Türk balıkçılığının yeniden
ayağa kalkmasını sağlayacak ilk adımdır.
Yoksa daha çok balıkçılığın can cekiştiğini yazar, konuşur, yurt
dışından artarak balık ithal etmeyi sürdürürüz.
Umarım balıkçıların öngördüğü gibi, bu sezon bol balık avlanır,
tezgahlar şenlenir, balıkseverlerlerin sofrasından ucuzlayan fiyatıyla
balık eksik olmaz.
Kaptan ve tayfalarına ''rasgele''.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Kara Kara Düşünüyorlar

Mevsimin kuraklığından ötürü, fındık hasadına bu yıl erken başlandı.
Çok güç koşullarda yetiştirilen, o denli de zor şartlarda hasadı
yapılıp, pazara indirilen fındık, Rize’den İzmit’e Karadenizli
üreticinin neredeyse tek umudu, tek geçim kaynağı.
Ne var ki, fındık üreticinin yüzünü bu yıl güldürmeyecek. Fındığa don
vurmasından ötürü üretici endişeli, hüzünlü.
29 ve 30 Mart’ta yaşanan aşırı soğuktan dolayı fındığa bu yıl don
vurdu. Bu don aynı zamanda üreticiyi de vurdu.
Samsun’dan Rize’ye kadar olan yukarı bölgede fındık neredeyse sıfır,
yani hiç yok. Kıyı bölgelerde ise normal rekoltede.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği, don ve fırtınadan dolayı fındık
rekoltesinde bu yıl yüzde 75 kayıp yaşanacağını açıkladı. Geçen yılki
fındığın üçte ikisi yok olup gitti.
Fındık üretiminin yüzde 98.8’ni karşılayan 14 ilde 371 bin 185 ton
rekolte bekleniyor.
Bu yıl ki kabuklu fındık üretimi ihracat için gerekli olan 600 bin
tonun altında kalacak.
Hasadı yapılan fındık, ihracatın yarıya yakınını karşılayamayacak.
Durum o denli vahim, kaygı verici.
Don en çok Giresun ve Ordu’da fındık bahçelerini vurdu. Ordulu ve
Giresunlu üretici diğer illerdeki üreticiye göre daha çok mağdur
olacak, en büyük sıkıntıyı onlar yaşayacak.
Düşük rekolte nedeniyle fındığın kilo fiyatının bir hayli yüksek
olması bekleniyor. Kabuklu fındığın 10-15 lira, hatta daha yüksek bir
fiyatla satılması hiç de şaşırtıcı olmaz. Gelen haberler de bu yönde.
Bu yıl don şokunu yaşayan, bahçesinde tek bir tane bile fındığı
olmayan üretici ne yapacak?
Hesabını, kitabını fındığa göre ayarlayan, evladının düğününü, borcunu
kapatmayı fındıktan gelecek paraya bağlayan üretici kara kara
düşünmesin de ne yapsın?
Bir yanda ödenmeyi bekleyen borçlar, diğer yandan dondan ötürü yok
olan fındık. Fındığın az olması, üretici kadar zincirleme olarak diğer
esnafı da olumsuz etkileyecek.
Büyük sıkıntılar ile karşılaşacak fındık üreticisine devlet
‘’babalığını’’ göstererek yardımcı olmalı.
Eğer bu gerçekleşmezse, büyük felaket yaşanır, üretici bunun altından
kalkamaz, yaşamı alt üst olur.
İşte devlet bu sıkıntılı günler için yurttaşın yanında olmalı, onun
nefes almasını sağlamalı.

3 Ağustos 2014 Pazar

Ankara'da Türk-İş Var mı?


Yapısındaki 33 sendika ve 700 bin üyesi ile ülkenin en büyük işçi konfederasyonu olan Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) 62 yaşında.
Kurulduğu 31 Temmuz 1952'den 1980'li yıllara dek efsane başkan Seyfi Demirsoy'un belleklere kazınan ''Ankara'da hükümet var, Ankara'da Türk-İş var'' sözleri doğrultusunda ülke gündemini belirleyen, çalışma yaşamına öncülük eden Türk-İş, son yıllarda iyice kabuğuna çekilerek, gelişmeleri uzaktan izler konuma geldi.
Türk-İş'in etkin tutumundan edilgen bir yapıya evrilmesinde temel etken kuşkusuz özelleştirme sonucunda yaşadığı üye kayıpları ile giderek kan kaybetmesidir.
Sendikalaşmaya soğuk bakan küresel sermayenin özelleştirmeler aracılığı ile Türkiye'de egemen olması, işçiler kadar başta Türk-İş olmak üzere, diğer sendikaları da olumsuz etkiledi.
1980'li yılların ortasında Turgut Özal döneminde başlayan, Tansu Çiller döneminde yoğun şekilde süren, günümüzde de hala devam eden kamu kurumlarının neredeyse yok pahasına elden çıkarılması, ağırlıklı olarak kamuda örgütlü olan Türk-İş'i örseledi.
Özelleştirme uygulamalarına başlanmadan önce 1.5 milyona yakın üyesi ile emekçinin hakları için ses getiren eylemler yapan, gündeme damgasını vuran, siyasi iktidarların öncelikli muhataplarından biri olan Türk-İş'in üye sayısı 700 bine indi, eski gücünün oldukça gerisinde kaldı.
Özelleştirme sonucunda kar eden kamu kurumlarını çok düşük paralarla alan gerek küresel sermayenin temsilcileri, gerekse bazı Türk işverenler öncelikli olarak sendikalı işçiyi kapının önüne koyarak, iş yerlerinde sendikayı bitirdi.
Kamuda tek tip toplu iş sözleşmesi bağıtlamanın rahatlığını sürdüren, özel sektörde gereği gibi örgütlenemeyen Türk-İş, özelleştirmenin acı sonuçlarının farkına ancak yıllar sonra üye sayısının erimesi ile varabildi.
Küresel sermayenin sendikalara, sendikalı işçilere birer ''öcü'' gibi bakmasından ötürü, sendikalı işçi sayısı giderek azaldı, sendikalar büyük bir kan kaybı yaşadı.
Nitekim bu olumsuz tablo Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın yayınladığı Temmuz ayı istatistiklerinde açıkça görülüyor.
Bakanlığın istatistiklerine göre, 12 milyon 300 bin işçiden sadece 1 milyon 189 bin 481'i sendikalı. İşçilerin ancak yüzde 9.68'i sendika üyesi. Ülkemizde sendikalaşma oranı yüzde 10 bile değil.. 
İstatistiklere göre, mevcut 140 sendikadan 91'i baraj altında kalarak, toplu iş sözleşmesi yapamaz konumda. 
Yapılan son düzenleme ile halen yüzde 3 olan iş kolu barajı yüzde 1'e indirilse de sendikalaşmayı bekleyen işçilere ulaşmak, onları üye yapmak öncelikle sendikaların görevi.
Barajlar yüzde 1'e indirilse bile, yetki alamayan sendikalara üye olan işçiler toplu iş sözleşmesinden yoksun kalıyor. Bu işçilerin de toplu iş sözleşmesi hakkından yararlanabilmeleri için sendikalaşmayı daha da kolaylaştırıcı düzenlemeler hayata geçirilmeli.
Çalışma yaşamının öncüsü olan, kurucu genel başkan İsmail İnan, İbrahim Denizcier, Seyfi Demirsoy, Halil Tunç, Şevket Yılmaz, Bayram Meral, madenci yürüyüşünün unutulmazı Şemsi Denizer gibi işçi liderlerini yetiştiren Türk-İş'in,  ''Ankara'da Türk-İş Var mı?'' yerine, eskiden olduğu gibi ''Ankara'da hükümet var, Ankara'da Türk-İş var'' sözüne uygun etkin bir konuma kavuşması, her şeyden önce ülke, demokrasi, en önemlisi de işçiler adına zorunluluktur.
Türk-İş'e düşen görev, kamu ve özel sektörde sendikalaşmayı bekleyen işçilere ulaşarak sahip çıkmak, üye sendikalar arasında ayrım yapmaksızın, yönetim karşıtı da olsa sorunlarına eğilmek, destek olmak, birlikteliği sağlamaktır. 
Bu arada Türk işçi hareketinin başarıya ulaşması için yıllarca mücadele eden, yaşamlarını emekçiye adayan, gerçek işçi dostu DİSK'in efsane başkanları Kemal Türkler, Abdullah Baştürk ve diğerlerini saygı ile anıyoruz.

25 Temmuz 2014 Cuma

Yayla Turizmi

Tatilciler yurdun dört dört bir yanına dağıldı..

Müdavimi olanlar rotayı Akdeniz, Ege ya da yurtdışına çevirirken, kültür turizmini yeğleyenler, Güneydoğu, Kapadokya veya Çanakkale gibi tarihi özellikleri öne çıkan yerleşim birimlerine yöneliyor.

Bu tercihlerin yanı sıra, geç olmakla birlikte son yıllarda turizmde yıldızı parlayan Karadeniz ve yaylaları hem yerli, hem yabancı turistin ilgisini çekiyor.

Yeşilin her tonunu bünyesinde barındıran, muhteşem doğası ile büyüleyen, karpuz çatlatan soğuk suları ile Karadeniz yaylaları konuklarını bekliyor.

Her geçen yıl katlanarak artan yerli ve yabancı turist Karadeniz’e koşuyor, yeşilin her tonuna olan özlemini doyasıya gideriyor, yaylalarda Karadeniz’i kuşbakışı izlemenin keyfini yaşıyor.

Yeşil bitki örtüsü ile sıkıntılardan arındırarak ferahlatan, mavi denizi ile saran, kendine çeken Karadeniz ve yaylaları ülkemizi dünyaya tanıtmada önemli bir işlevi de yerine getiriyor.

Karadeniz yaylaları, Türk turizminin sadece Bodrum, Antalya, Çeşme, Datça, Marmaris, Kuşadası , Fethiye’den oluşmadığını dünyaya gösteriyor, Eko Turizm tutkunlarının gereksinimini fazlasıyla karşılıyor.

Diğer turizm bölgelerindeki gibi betonlaşma, çirkin yapılaşma giderek buralarda da artsa da bakir yapısını hala koruyan Karadeniz yaylaları, muhteşem güzelliği, yeşil bitki örtüsü, kendine özgü yemek kültürü, bol oksijeni ile ziyaretçileri adeta büyülüyor, kendine çekiyor.

İsviçre’deki Alp dağlarına benzerliği ile yabancı turistlerin dikkatini çeken, övgüsünü kazanan Karadeniz yaylaları, üzerine çöken yoğun sisin oluşturduğu gizemli havasıyla ziyaretçilere ayrı bir keyif veriyor.

Eğer vejeteryan değilseniz, bu yaylalarda kekik otu ve diğer bitkilerle beslenen kuzu veya dana eti ile yapacağınız mangal keyfinin tadını uzun süre unutamıyorsunuz. Hele bir de bol tereyağlı mıhlamanın görünümü, damaklara yaydığı zevk silinmeyecek şekilde belleklere kazınıyor.

Vejeteryanlar da bu yaylalarda yetişen doğal mantar, kaldirik, sakarca ve diğer bitki türleri ile açlığını giderebiliyor, yayla zevkinden yoksun kalmıyor.

Burada üretilen peynir,yoğurt, süt, ekmeği ağza aldığınızda yaşadığınız kentlerdeki ürünlerin tadından çok farklı, leziz olduğunu hemen fark edebiliyorsunuz.

Karadeniz , işte bu denli birbirinden güzel, her biri ayrı bitki özelliğine sahip yaylaları bünyesinde barındırıyor, ziyaretçilerini bekliyor.

Önceki yıllarda at veya eşek sırtında patika yollardan güçlükle gidilebilen Karadeniz yaylalarına artık asfalt veya düzgün şose yollar gidebilmek mümkün. Ulaşım daha kısa ve güvenceli.

Yine bazı yaylalarda konaklayabileceğiniz tesisler de mevcut. Hatta bu tesisler, lüks otellerin tüm özelliklerine ve konforuna sahip.

İster günübirlik gidin, isterse konaklayın ama Karadeniz’in o güzel yaylalarını mutlaka ziyaret edin.

Bakir yapısı, görkemli görünümü ile konuklarını bekleyen Karadeniz’in güzel yaylalarından öne çıkanlar şunlar:

Sinop’ta Akgöl, Kurugöl, Bozarmut, Samsun’da Ladik, Aktaş, Nebiyan, Küpecik, Büyükkızoğlu, Çakırgümüş Ordu’da Perşembe, Çambaşı, Karamehmetyurdu, Erecek, Topçam, Keyfalan, Yeşilce, Argın, Giresun’da Kümbet, Bektaş, Sis Dağı, Karagöl, Tamzara, Kazıkbeli, Trabzon’da Hıdırnebi, Kadırga, Maçka, Karadağ, Çakırgöl, Tonya, Lapazan, Rize’de Ayder, Elevit, Pokut, Amlakit, Povur, Çeymakçur, Kavron, Artvin’de Kafkasör, Borçka, Yusufeli, Karagöl, Bilbilan yaylaları.

Yayla turizmini seven, doğa harikası yaylaları görmek, tanımak isteyenler için Karadeniz bulunmaz bir fırsat. Bu fırsatı değerlendirmeye, güzellikleri doyasıya yaşamaya var mısınız?

Yanıtınız ‘’evet’’ ise haydi o zaman yaylaya.

17 Temmuz 2014 Perşembe

Tehlike Kapıda

Bir gün aşırı yağmur yağıyor her yeri sel alıyor, bir başka gün aşırı sıcaktan insanlar yanıyor, kavruluyor.

Bir gün önce aşırı sıcaktan kendini denize, havuza atarak serinlemeye çalışan insanlar, ertesi gün sel felaketi ile uyanıyor, bu kez selin getireceği yıkıma karşı korunmaya çalışıyor.

Artık mevsimleri zamanında, gereği gibi yaşayamıyoruz.

Ülkemizde son yıllarda iklimdeki bu değişiklikten ötürü aşırı yağış ve doğal afet sayısında ciddi artış var.

Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de hava olaylarında yaşanan bu büyük değişim, insanlığı tehdit eder boyuta ulaştı.

Son yıllarda sel felaketlerinde yaşamlarını yitiren insan sayısının artması, kuraklığın yaygınlaşması, su havzalarının yok olması insanlığı gelecekte bekleyen tehlikenin birer işareti.

Adına ‘’El Nino (Yaramaz Çocuk) denilen bu iklim değişikliği, Türkiye’nin çok ciddi bir kuraklık tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu açıkça gösteriyor. El Nino’nun etkisiyle Türkiye’de sıcak hava mevsim normallerinin 5-6 derece üzerinde seyrediyor.

İklim değişikliği ile yarı tropikal bir iklime doğru evrilen Türkiye bir hafta sıcaktan kavruluyor, diğer hafta gök gürültülü, şimşekli sağanak yağışların sonucunda can kayıplarına yol açan selleri yaşıyor.

Bilim insanlarına göre, ‘’Küresel İklim Değişikliği’’ diye de tanımlanan bu olumsuzluğun temelinde doğaya bırakılan karbon salınımı, yani karbondioksit var.

Karbon salınımı en çok sanayi kuruluşları tarafından gerçekleştiriliyor. Yani, çevreyi, doğayı, yeşili katleden karbon salınımına karşı, yeterli önlem alınmıyor. Bir de buna termik ve nükleer santralleri eklediğinizde yeşil bitki örtüsü karbon salınımı ile yok oluyor, ardından iklim değişikliği kendini gösteriyor.

İnsanlarımız da yaşadığı doğayı, çevreyi gözü gibi korumayıp, hor kullanınca ister istemez iklim değişikliği yaşanıyor, bir gün yanıyoruz, diğer gün her yeri sel götürüyor.

Rant uğruna ormanları yakılıyor, bitki örtüsünü yok ediyoruz ondan sonra da bu iklim değişikliğinden yakınıyoruz. Eğer sen doğayı korumaz, sevmezsen iklim değişikliği acımasız yüzünü böyle gösterir.

Kuraklıktan, susuzluktan başta tarım ürünleri olmak üzere temel gıda maddeleri kıtlaşıyor, fiyatları el yakıyor.

İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) öğretim üyesi Prof. Dr. Orhan Şen, Türkiye’de de El Nino’lu yılların başladığını, dünyada kuraklığın ve sıcak havanın egemen olacağını, doğal afetlerin artacağı uyarısında bulunuyor.

Orhan Şen, El Nino’nun Güney Pasifik’te deniz suyunun ısınması ile başladığını, deniz suyunun ısınmasıyla birlikte iklimin değiştiğini, bu değişimimin aşamalı olarak tüm dünyaya yayıldığını belirtiyor.

İnsanlığı bekleyen, kuraklığın, susuzluğun, iklim değişikliğinin daha da yaygınlaşmaması için çok ama çok ivedi önlemlere ihtiyaç var.

Karbon salınımını tetikleyen yatırımlardan tesislerden vazgeçmemiz, termik ve nükleer elektrik santralleri yerine, dereleri kurutmayan hidroelektrik santrallere, rüzgar ve güneşten elektrik üreten tesislere yönelmemiz şart.

Türkiye rüzgar ve güneşin potansiyelinden gereği gibi yararlanıp, elektrik üretemiyor. Elimizdeki potansiyeli uzaktan izliyoruz.. .

Ormanlarımızı, doğayı, akarsularımızı, su kaynaklarımızı çocuğumuz gibi korumalı, gözümüz gibi bakmalıyız.

İnsanlığı bekleyen tehlike kapıda.