Çöplük yetmedi, şimdi de çimento fabrikası, pes doğrusu.
Onca uyarılara, onca tepki ve eylemlere karşın, yurdun en güzel yerleşim birimlerine, halkın yaşadığı yörelere, termik santral, çöp tesisleri, çimento fabrikaları, diğer fosil yakıtlarla çalışan sağlığa ve doğaya sakıncalı tesisler kuruluyor, yenilerinin projeleri gündeme geliyor.
Oysa, çok değil daha geçen hafta Paris’te gerçekleştirilen İklim Zirvesi’nde bu tesislerin ne denli zararlı olduğu, çevreyi, canlıyı tükettiğine vurgu yapılarak, tüm ülkelerin bu tehlikeye karşı birlikte mücadele etmesi gerektiği yönünde karar alınmıştı.
Hatta zirveye katılan Türkiye’de bu kararı benimsemiş, altına imza atmıştı.
Paris zirvesi Türkiye’ye bu konuda birtakım görevler yüklemişti.
Ne var ki, hala fosil yakıtlarla çalışan (kömür, doğalgaz ve petrol) enerji üretim tesisleri, halkın soluklandığı yerlere sözüm ona ayrıştırıcı çöp depoları, doğayı tahrip eden, yerleşim birimlerine yakın çimento fabrikaları hız kesmeksizin konduruluyor.
İşte bu vahşi çöp depolama sisteminden olumsuz etkilenen yerlerden biri Karadeniz’in şirin beldesi Giresun-Çavuşlu’ya şimdide çimento fabrikası kurulması gündemde.
Belde halkı, yargı kararları ve tepkilere karşın faaliyete geçirilen “Katı Atık Düzenli Depo Bertaraf Tesisi” yani çöplüğün ardından çimento fabrikasının şokunu yaşıyor.
Giresun ve tüm ilçelerinin çöpleri 28 Ekim’den bu yana hukuk tanınmaz şekilde buraya dökülüyor. Şimdiden Çavuşlu’yu pis kokular sarmaya başladı bile.
Aşırı sıcak günlerde yaz mevsiminde bu kokunun nasıl bir hal alacağını düşünmek şimdiden ürkütücü
Halkla inatlaşma adına, yargı kararlarına rağmen ekmeği ile meşhur, yeşil ile mavinin harman olduğu bu şirin belde, şimdi de çimento fabrikası tehlikesi ile karşı karşıya.
Orta Mahalle Taş Ocağı mevkine kurulması öngörülen “Çimento ve Klinker Üretim, Öğütleme, Paketleme Entegre Tesisi, Görele Mal Müdürlüğü tarafından 23 Aralık’ta ihaleye çıkarıldı.
Bu ihale resmen Çavuşlu halkı ile dalga geçmek, tepkilerini, eylemlerini ciddiye almamak, kısaca adam yerine koymamaktır.
Onca yargı kararına rağmen çöplük konduruldu, şimdi de yine çevreye ve doğaya zarar verecek çimento fabrikası kurulmak isteniyor.
AKP iktidarının Çavuşlu’yu bu denli yok saymasına bir anlam yüklemek mümkün değil.
İnsanlara, diğer canlılara ve doğaya zarar verecek tesisler için neden hep Çavuşlu tercih ediliyor?
Halk, çöplüğe karşı çıktığı gibi, çimento fabrikasını da istemiyor.
Yeşilin sararmasını, mavinin kirlenmesin karşı çıkan yöre halkı, “Ekmeği ile meşhur beldemizin yeşil doğasını, temiz mavi denizini korumasını istiyoruz.Yeter artık Çavuşlu’dan elinizi çekin” diye feryat ediyor.
Sadece Çavuşlu değil, Karadeniz’in diğer yerleşim biriminde yaşayanlar da yakınıyor, isyan ediyor bu tehlikeli sözüm ona istihdam sağlayan kirli tesislere.
İşte Terme, daha birincisinin tehdidini tamamıyla savuşturamadan ikinci termik santral haberleri ile haklı olarak kaygılanıyor.
İşte Sinop nükleer santralin beraberinde getireceği sakıncaları aylardır tartışıyor.
İşte Fatsa’nın Yukarıbahçeler halkı istemese, karşı koysa da yeşil arazilerinin siyanürle altın aranmasından ötürü her geçen gün sarardığına, yol oluşuna tanık oluyor, kahroluyor.
Yeşil Yol projesi ile yaylalarının iskana açılmasına, özgünlüğünün yok olmasına direnen Çamlıhemşinli köylüler, Havva Ana ve diğerleri çabalıyor duruyor.
Bazıları bu mücadelelerinde yargı kararları ile kazanıyor, bazıları da kaybediyor.
Yargı, çoğunlukla bu tesislere “dur” diyerek, halkın soluklanmasına yardımcı oluyor.
Ne var ki yargı kararlarına karşın halkla inatlaşmaya devam ediliyor, o güzelim doğa yok yere heba ediliyor.
Paris’teki zirvede de dikkat çekildiği gibi, dünya gittikçe yeşilini kaybediyor, termik santrallerin atmosfere saldığı sera gazı ile küresel iklimin egemenliğine giriyor.
Böyle devam ederse, önlemler alınmazsa gelecekte bugünkü bu güzel doğa, yeşil dünya yok olup gidecek.
Bugünkü günleri mumla arayacağız.
Gidecek, göç edebilecek başka dünyamız, ülkemiz, kentimiz, köyümüz yok.
Tehlikenin farkına artık varın.
25 Aralık 2015 Cuma
14 Aralık 2015 Pazartesi
Hani Promosyon ve İntibak ?
Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan 64. Hükümetin eylem planında promosyon ve yeni intibak yasasının yer almaması emekliyi üzdü.
Oysa Davutoğlu, Türkiye Emekliler Derneği (TÜED) Genel Kurulunda tüm emeklilere yılda 300 lira tutarında promosyon ödeneceğini açıklamıştı.
Yıllardır “Bize de promosyon” diye haykıran 11 milyona yakın emekli, Başbakanın açıklaması ile bir hayli umutlanmıştı.
Emekliler arasında heyecan yaratan açıklama ne yazık ki eylem planında yer almadı.
Her yıl aylıkları kadar promosyon talep eden sabit gelirli kitle, 300 lira vaadi yeterli bulmasa da “hiç yoktan iyidir” diyerek ödemenin yapılmasını dört gözle bekledi.
Davutoğlu’nun açıklamaları genel kurul salonunda hoş bir seda olarak mı kaldı?
SGK emekli aylıklarının ödenmesi için yılda toplam 160 milyar liraya yakın parayı bankalara yatırıyor.
Bu para bankalar için kaçırılmaz bir fırsat. Bırakın günü, saati, dakikalar üzerinden bile ödeyecekleri aylıklardan para kazanıyorlar.
Ancak emekliye promosyon söz konusu olduğunda yan çiziyorlar.
Oysa çalışanlara bu parayı veriyorlar.
Emeklinin bir diğer beklentisi yeni intibak yasası da eylem planında bulunmuyor.
İki yıl önce 2000 öncesinde emekli olan işçi ve Bağ-Kurlular için intibak yasası çıkarılmış, yaklaşık 2 milyon emeklinin aylığında 50-250 lira arasında artış olmuştu.
Bu intibak yasası olumlu olmakla birlikte emekliler arasında ayrımcılık oluşturmuştu.
Düzenlemeden 7 milyona yakın 2000 sonrası işçi ve Bağ-Kur emeklisi yararlanamamıştı.
Hatta dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Faruk Çelik haksızlık yapıldığını kabullenerek, yeni bir intibak yasasının çıkarılacağı sözünü bile vermişti.
AKP de seçim çalışmalarında 2000 sonrası emekliler için düzenleme yapılacağını vaat etmiş, Başbakan Davutoğlu konuşmalarında bunu sık sık dile getirmişti.
Vaatler haklı olarak emekliyi umutlandırdı, beklentiye soktu
Ama buna ilişkin bir adım yok.
Hükümetin ilk üç ay içinde hayata geçireceği düzenlemeler arasında emeklinin bu talepleri söz verilmesine karşın neden yer almadı?
Sözler unutuldu mu?
Eylem planında yer alan bir başlık memurları çok yakından ilgilendiriyor.
“Kamu Personeli Reformu” başlığı altındaki düzenleme ile memura iş güvencesi sağlayan 657 sayılı yasada sil baştan değişiklik yapılması öngörülüyor.
Değişiklikle değerlendirme sonunda performansı yeterli görülmeyen memurun yerleri değiştirilebileceği gibi meslekten uzaklaştırılabilmesi de söz konusu olabilecek.
Yani 657 sayılı yasada yapılacak değişiklikle iş güvencesi ortadan kaldırılacak, memur da işçiler gibi her an kapının önüne konulabilecek.
Oysa memurların iş güvencesi anayasa ile güvence altına alınmış durumda.
Her ne kadar planda yer alsa da iş güvencesini oldu bitti ile ortadan kaldırmak kolay değil.
Memurun başarılı olup olamadığı hangi kriterlere göre saptanacağı, siyasi düşüncesinden ötürü mü amirinin keyfi tutumuyla mı işine son verileceği sır olarak ortada duruyor.
Memur-Sen, Türkiye Kamu-Sen ve KESK, 657 sayılı yasada yapılacak değişikliğe karşı çıkıyor, iş güvencesini “kırmızı çizgi” olarak kabul ediyor.
İdeolojik olarak birbirinden çok farklı görüşlere sahip memur sendikalarının tepkisine karşın yasada değişiklik yapılabilir mi, iş güvencesi yok edilebilir mi?
Kısaca 64. Hükümetin Eylem Planı, çalışma barışını zedeleyecek sakıncaları içeriyor.
İş güvencesinin elinden alınması memurun verimini düşüreceği gibi, kamuda huzursuzluk yaratacağı kesin.
Memurun ve sendikaların kaygılarını gidermek hükümetin öncelikli görevi.
Oysa Davutoğlu, Türkiye Emekliler Derneği (TÜED) Genel Kurulunda tüm emeklilere yılda 300 lira tutarında promosyon ödeneceğini açıklamıştı.
Yıllardır “Bize de promosyon” diye haykıran 11 milyona yakın emekli, Başbakanın açıklaması ile bir hayli umutlanmıştı.
Emekliler arasında heyecan yaratan açıklama ne yazık ki eylem planında yer almadı.
Her yıl aylıkları kadar promosyon talep eden sabit gelirli kitle, 300 lira vaadi yeterli bulmasa da “hiç yoktan iyidir” diyerek ödemenin yapılmasını dört gözle bekledi.
Davutoğlu’nun açıklamaları genel kurul salonunda hoş bir seda olarak mı kaldı?
SGK emekli aylıklarının ödenmesi için yılda toplam 160 milyar liraya yakın parayı bankalara yatırıyor.
Bu para bankalar için kaçırılmaz bir fırsat. Bırakın günü, saati, dakikalar üzerinden bile ödeyecekleri aylıklardan para kazanıyorlar.
Ancak emekliye promosyon söz konusu olduğunda yan çiziyorlar.
Oysa çalışanlara bu parayı veriyorlar.
Emeklinin bir diğer beklentisi yeni intibak yasası da eylem planında bulunmuyor.
İki yıl önce 2000 öncesinde emekli olan işçi ve Bağ-Kurlular için intibak yasası çıkarılmış, yaklaşık 2 milyon emeklinin aylığında 50-250 lira arasında artış olmuştu.
Bu intibak yasası olumlu olmakla birlikte emekliler arasında ayrımcılık oluşturmuştu.
Düzenlemeden 7 milyona yakın 2000 sonrası işçi ve Bağ-Kur emeklisi yararlanamamıştı.
Hatta dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Faruk Çelik haksızlık yapıldığını kabullenerek, yeni bir intibak yasasının çıkarılacağı sözünü bile vermişti.
AKP de seçim çalışmalarında 2000 sonrası emekliler için düzenleme yapılacağını vaat etmiş, Başbakan Davutoğlu konuşmalarında bunu sık sık dile getirmişti.
Vaatler haklı olarak emekliyi umutlandırdı, beklentiye soktu
Ama buna ilişkin bir adım yok.
Hükümetin ilk üç ay içinde hayata geçireceği düzenlemeler arasında emeklinin bu talepleri söz verilmesine karşın neden yer almadı?
Sözler unutuldu mu?
Eylem planında yer alan bir başlık memurları çok yakından ilgilendiriyor.
“Kamu Personeli Reformu” başlığı altındaki düzenleme ile memura iş güvencesi sağlayan 657 sayılı yasada sil baştan değişiklik yapılması öngörülüyor.
Değişiklikle değerlendirme sonunda performansı yeterli görülmeyen memurun yerleri değiştirilebileceği gibi meslekten uzaklaştırılabilmesi de söz konusu olabilecek.
Yani 657 sayılı yasada yapılacak değişiklikle iş güvencesi ortadan kaldırılacak, memur da işçiler gibi her an kapının önüne konulabilecek.
Oysa memurların iş güvencesi anayasa ile güvence altına alınmış durumda.
Her ne kadar planda yer alsa da iş güvencesini oldu bitti ile ortadan kaldırmak kolay değil.
Memurun başarılı olup olamadığı hangi kriterlere göre saptanacağı, siyasi düşüncesinden ötürü mü amirinin keyfi tutumuyla mı işine son verileceği sır olarak ortada duruyor.
Memur-Sen, Türkiye Kamu-Sen ve KESK, 657 sayılı yasada yapılacak değişikliğe karşı çıkıyor, iş güvencesini “kırmızı çizgi” olarak kabul ediyor.
İdeolojik olarak birbirinden çok farklı görüşlere sahip memur sendikalarının tepkisine karşın yasada değişiklik yapılabilir mi, iş güvencesi yok edilebilir mi?
Kısaca 64. Hükümetin Eylem Planı, çalışma barışını zedeleyecek sakıncaları içeriyor.
İş güvencesinin elinden alınması memurun verimini düşüreceği gibi, kamuda huzursuzluk yaratacağı kesin.
Memurun ve sendikaların kaygılarını gidermek hükümetin öncelikli görevi.
2 Aralık 2015 Çarşamba
Maaşa Zam, İşe Son
7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesi ve
sonrası en büyük tartışma konularından biri olan asgari ücret için komisyon
toplandı.
Yaklaşık 5 milyon işçinin sonucunu
merakla beklediği Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda ücretin net bin 300 liraya
yükseltilmesi kesin gibi.
Vaatler ile hükümet programında yer
almasından sonra, AKP’nin net bin 300 liralık ücretten geri adım atması söz
konusu olamaz.
Komisyonda bu kez devlet ve işçi
(Türk-İş) tarafının oy çokluğu ile yeni asgari ücret saptanacak.
İşveren temsilcisi TİSK’in karara önceki
yılların aksine karşı oy kullanması kuvvetle muhtemel.
Ücret 15 kişilik komisyonda 10’a 5 oy
çokluğu ile belirlenecek gibi görünüyor.
Komisyonun üç veya dört oturumun
ardından net bin 300 liralık asgari ücreti kamuoyuna açıklaması bekleniyor.
Ücret artışı sonrası oluşacak
olumsuzlukların önlenmesi, emekçilerin işini, aşını yitirmemesi için
hükümet önlemlerini beklemeksizin hayata geçirmeli.
Bu önlemler, teşvikler, işverenler
üzerinde oluşacak maliyetin bir bölümünün karşılanması şeklinde olabilir.
Aslında asgari ücretten vergi kesintisi
yapılmaması hem işçi hem de işverenin yararına ama buna hükümet olumlu bakmıyor.
SSK primlerinde de belirli oranda
indirim yapılabilir.
Eğer işverenlerin öne sürdüğü gibi,
ücretin yükseltilmesi gerekçe gösterilerek işten çıkarmalar başlar, kayıt
dışı istihdam artar, işyerlerinde çalışma barışı zedelenirse zammın hiçbir
anlamı kalmaz.
Keyfi çıkarmalara karşı, işyerlerine
denetimler yoğunlaştırılmalı, yaptırımlardan çekinilmemeli.
Zaten kıt kanaat geçinen, çoğunluğu özel
sektörde çalışan emekçiye “Maaşına zam, işe son” denilmemesi için önlemlerin
alınması şart.
23 Kasım 2015 Pazartesi
Öğretmen Ne İstiyor?
Hiç
kuşkusuz öncelikle saygı, sevgi ve maddi durumlarının iyileştirilmesini
istiyor.
Yarınlara
umutla bakmamızı sağlayan, çağdaş gençlerin yetişmesinde ailesinden
çok emeği bulunan öğretmenlerimiz, yetersiz maaş, boş kadro bulunmasına karşın
göreve atanamama, yaptıkları kutsal göreve rağmen toplumda yeteri kadar saygı
görememe gibi nedenlerden ötürü, "24 Kasım Öğretmenler Günü'nde" bu yıl da buruk, karamsar.
Toplumda
değeri bilinmeyen, özverili emeğinin karşılığını bulamayan mesleklerimiz
vardır. Tıpkı öğretmenlik gibi… Yıllar içerisinde bu seçkin, kutsal meslek,
siyasal iktidarların tutumları, politik uygulamalarıyla bilinçli olarak aşağıya
çekildi, öğretmenin onuru zedelendi, incindi.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin örnek, aydınlanma yuvaları, yeri doldurulamaz kurumları olan
Köy Enstitüleri sağ iktidarlar tarafından kapatılarak, yurdun her yerini,
bireyini aydınlatan bu özverili, Atatürkçü eğitim ordusu çeşitli zorluklarla
engellendi.
Amaçladıkları
sonucu göremeyen iktidarlar öğretmenleri yıllardır çeşitli baskılarla
sürekli sindirmeye çalıştı.
Yüce
Atatürk’ün ‘’Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir’’ diye
onurlandırdığı ve geleceğin Türkiye’sini, yarınımızı oluşturacak gençleri
emanet ettiği öğretmenlerin yaşadığı, maddi ve manevi sorunlar kaygı
verici olsa da bu mesleği yapmaya gönüllü çok sayıdaki eğitim emekçisinin
varlığı da içimizi ısıtıyor.
Türkiye’de
toplam 820 bin öğretmen yurdun dört bir yanında çocuklarımıza eğitim veriyor.
Bu
öğretmenlerin yüzde 51’i erkek, yüzde 49’u kadınlardan oluşuyor. Öğretmenlerin
çoğunluğu ilkokulda görev yapıyor.
Zor
koşullarda görev üstlenen eğitim emekçileri sorunlarla boğuşuyor, maddi
yetersizlikten kıvranıyor.
Eğitim-İş’in
yaptığı araştırmaya göre, öğretmenlerin yüzde 89’u aldığı maaşın düşük
olmasından yakınıyor.
Yüzde
79’u maddi yetersizlikten ötürü mesleğine motive olamazken, yüzde 62’si de
psikolojik tedavi görüyor.
Araştırmaya
katılan öğretmenlerin yüzde 83’ü maaşlarının azlığından saygınlıklarını
yitirdiği, yüzde 61’i de daha çok para kazanacağı bir iş olanağı bulması
halinde mesleğini bırakacağı görüşünde.
Araştırmaya
göre, eğitim emekçileri maaşlarının yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmasını,
ek ders ücretlerinin en az 25 lira olmasını talep ediyor.
Ayrıca
yılda bir kez ödenen eğitim-öğretime hazırlık ödeneğinin tüm eğitim
çalışanlarına ve en az bir maaş tutarında olmasını, toplu taşıma araçlarından
ücretsiz yararlanılmasını, kira yardımı ödenmesini de istiyor.
Araştırma,
özveri ile görev yapan öğretmenlerin maddi sorunlarla mücadele ettiğini bir kez
daha ortaya koyuyor.
Aslında,
bu sorunlar gerek her yıl Öğretmenler Günü’nde gerekse yılın diğer günlerinde
toplantılar, paneller ve mitinglerle dile getirilmesine karşın bir türlü çözüme
kavuşturulamıyor.
Yılda
bir kez “Öğretmenler Günü’nde” hatırlanan, övücü sözlerle anılan bu çilekeş ve
fedakar kitle daha sonra unutulup gidiyor.
Sorunları
yine ortada kalıyor.
İnanın
bu yıl da öyle olacak, yine bugün çeşitli toplantılarda övgüler yağdırılacak,
sorunlarının çözüleceğine ilişkin çeşitli vaatlerde bulunulacak.
Ya
sonra?
Gelecek
yılki 24 Kasım’a dek adları ağızlara bile alınmayacak.
Umarım
tez zamanda sorunları çözülür, insanca yaşayabilecekleri bir maaşa kavuşurlar.
Güç
koşullarda çalışan, çalışabilmek için çırpınan, Atatürkçü gençler yetiştiren,
atama bekleyen tüm öğretmenlerin ‘’Öğretmenler Günü’’ kutlu
olsun.
17 Kasım 2015 Salı
Ezber Bozan Patron
“Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan
kalkması gerekir. Eşitsizliğin minimum seviyeye indirilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Gerçek sorun kapitalizmdir.”
Bu sözleri ilk başta bir emekçi, sendikacı ya da sol bir
parti liderinin söylediğini düşünebilirsiniz. Ancak hiç de öyle değil. Gelir adaletsizliğine vurgu yapan, işçi kesiminin gelirden az
pay aldığına, fakir-yoksul arasındaki eşitsizliğe dikkat çeken, beslendiği kapitalizmin kalkması
gerektiğini dile getiren Türkiye’nin en büyük holdinginin başındaki isim Ali
Koç.
Koç, bu sözleri Antalya’daki G20 Zirvesi kapsamında
gerçekleştirilen Sivil Toplumla Diyalog toplantısında dile getirdi. Koç Holding Yönetim Kurulu üyesi Ali Koç, buna benzer
uyarıları şubat ayında yine Antalya’da bir toplantıda da gündeme getirmiş,
sözleri bir hayli tartışılır olmuştu. Sözlerini “Acaba göz boyama, toplumun gazını alma, şirin gözükme
amacıyla mı böyle konuşuyor?” diye sorgulayabilirsiniz.
Ancak yaşamındaki sadeliğe, abartıya kaçmayan yaşamına, halkla
özellikle Fenerbahçe taraftarı ile kurduğu sıcak diyaloga bakarak sözlerinin
içten olduğuna inanabilirsiniz. Açıklamalarıyla, yaşamı ile farklı bir işadamı kimliğini ortaya
koyuyor, sempati topluyor, ezberleri bozuyor Ali Koç.
İşsizlik, gelir adaletsizliği, hayat pahalılığı gibi dar
gelirliyi, emekçiyi, emekliyi çok yakından ilgilendiren yaşamın temel sorunlarını özellikle dile getirmesi,
yakınması, hele en çok nemalandığı kapitalizme eleştiri getirmesi ile
şaşırtıyor.
Bugüne dek hangi holding patronu kapitalizmin sorun
olduğunu, emekçinin gelirden az pay aldığını söyledi?
Ali Koç ezber bozuyor, yaşamın gerçeklerine dikkat çekiyor. Çünkü o da biliyor ki, ülkede yoksulluk, eşitsizlik fazla,
gelir dağılımı dar gelirlinin aleyhine ise orada çalışma barışı olmaz, toplumun
gelir düzeyi artmadıkça ürettikleri mallar satılamaz. Yatırımları ile yüz binlerce kişiye iş, aş, ekmek sağlayan
ülkenin en büyük holding temsilcisinin yakınması, feryadı ekonomide her şeyin toz pembe olmadığının,
toplumda yoksulluğun arttığının bir işareti. İşsizlik aldı başını gidiyor. Milyonlarca üniversite mezunu genç yanıla yakıla iş için
çalmadık kap bırakmıyor. Ama nafile. İşsizler ordusuna her yıl on binlerce
üniversiteli genç ekleniyor. İşçi, memur, emekli, asgari ücretli sadaka niteliğindeki
zamlarla yaşamaya çalışıyor, aldığı düşük aylıklarla adeta mucize yaratıyor.
İşverenler, asgari ücretin bin 300 lira olmasına “işten
çıkarma, kayıt dışı, fabrikaları yurt dışına taşıma” gibi gerekçelerle şiddetle karşı çıkıyor, maliyet
artışlarını öne sürüyor.
Oysa bilmiyorlar ki açlık sınırının bin 380 lira olduğu
günümüzde bin liralık asgari ücretle nasıl yaşanabileceğini. Ya da ortalama bin 500 lira olan emekli aylığı ile nasıl
geçinebileceğini.
Enflasyonun düşüş eğiliminde olduğu savunuluyor, ne var ki
pazar, çarşı, market fiyatları bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor.
Dolar, avro yükseliyor yurttaşın cebindeki lira eriyor.
İş cinayetleri hız kazanıyor, günde ortalama 5 emekçinin canını
alıyor.
İşte bu gerçekler karşısında Ali Koç, ‘’Eşitsizliğin minimum
seviyeye düşürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Gelir dağılımında büyük uçurum var. İşçi kesimi
gelirden en düşük payı alıyor” diye haykırıyor.
Bu sözleri söyleyen Ali Koç haksız mı?
İnsanın yüzüne şamar gibi çarpan sözlerden etkilenmemek olası
mı?
Ali Koç, işçinin, memurun, emeklinin, asgari ücretlinin
feryadını dile getiriyor
Aslında Koç’un yakınmalarını işçi ve memur sendikaları ile diğer
kitle örgütleri yıllardır dile getiriyor. Ne var ki bu açıklamalar, hep ideolojik olarak
değerlendiriliyor, görmezden geliniyor. Hadi işçi ve memurun yakınmaları görmezden geliniyor, ideolojik
bulunuyor. Ya onlarla aynı dili kullanan, yakınmalarını gündeme getiren Ali
Koç’a ne demeli?
9 Kasım 2015 Pazartesi
Ecevit’ten Alınacak Dersler
Emekçi dostu, dürüst, ilkeli, mütevazi, demokrasi aşığı Bülent Ecevit, 5 Kasım’da altıncı ölüm yıl dönümünde sessizce anıldı.
“Bizim iki gücümüz var: Hak ve halk” diyen Ecevit’in en önemli özelliklerinden biri de katıksız emekçi dostu olmasıydı.
Aynı zamanda gariban babasıydı da rahmetli Ecevit.
274 ve 275 sayılı toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt ile sendikalar yasası, Bülent Ecevit’in yoğun çabası ile 1963 yılında çıkarılmıştı.
Bu yasaların çıkmasına öncülük eden Ecevit, böylelikle gerçek bir emekçi dostu olduğunu, kamuoyuna göstermiş, kanıtlamıştı.
Yine 2002 yılında 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası’nın çıkmasına da öncülük ederek memurları- grev olmasa da – toplu iş sözleşmesi hakkına kavuşturmuştu.
Eğer bugün işçi ve memurlar toplu iş sözleşmesi hakkından yararlanabiliyor, maddi kazanımlar elde edebiliyorsa bunda halkın deyimi ile “Karaoğlan” Ecevit’in katkısı çok fazla ve yadsınamaz.
Ne var ki, Ecevit’e sağlığında bu hakkı teslim edilemedi.
Ölümünden sonra da anma törenlerinde ilgi yok denecek kadar az.
Neredeyse unutuldu.
Ölüm yıl dönümüne ilişkin haberler, medyada ya çok az ya da hiç yer almıyor.
Oysa, ilkeli, çalıp çırpmayan, entelektüel, Kıbrıs Barış Harekatı ile tarihe damgasını vurmuş rahmetli Ecevit, daha çok ilgiyi hak ediyor.
Özellikle de sendikalar Ecevit'e karşı çok duyarsız, vefasız.
Nerede onun çıkardığı yasalar sayesinde toplu iş sözleşmesi yapabilen işçi ve memur sendikaları?
Nerede onun savunucusu olduğu her daim koruduğu işçi, memur, emekli ve emekçiler?
Sendikalar ölüm yıl dönümlerinde paneller düzenleyip, anamazlar mıydı işçi babası Ecevit’i?
Anlatamazlar mıydı genç emekçilere, onun kazandırdıklarını, dostluğunu, ilkeli duruşunu, demokrat kimliğini?
İşçiler ve sendikalar Ecevit’e neden ilgisiz?
Sendikaların, emekçilerin ona karşı vefasız davranışları üzücü, olduğu kadar da düşündürücü.
Salt sendikalar değil, CHP ile kurucusu olduğu DSP de Bülent Ecevit’e ilişkin paneller, toplantılar düzenlemiyor, kabri başında anma ile geçiştiriyor.
Oysa seçimin ardından liderlik tartışmalarının yoğunlaştığı, emekçinin, emeklinin oyunu yeterince alamayan, yüzde 25 bandında patinaj yapan CHP’nin önceki başkanları rahmetli Ecevit ve onun politikalarından bugünlerde alacağı öyle çok ders var ki…
CHP ve yöneticileri, 1 Kasım’ı irdelerken, Bülent Ecevit’in 1977 yılındaki yüzde 41.5’lik başarısını, bunun altındaki nedenleri iyi tahlil etmeli.
Bülent Ecevit’in, dar gelirli, gariban kitle, emekçiler tarafından ne denli sevildiğini, dağlara taşlara “Karaoğlan” diye yazıldığını, evlere, odalara posterlerinin neden asıldığını masaya yatırarak analiz etmeli.
CHP, Ecevit’in ulusal çıkarlara ne denli duyarlı olduğunu, haşhaş ekimi konusunda ABD’ye nasıl rest çektiğini, dünyanın karşı çıkmasına karşın Kıbrıs’ta Barış Harekatı’nı nasıl gerçekleştirdiğini çok iyi okumalı.
CHP, onun “Ne Ezen Ne Ezilen Hakça Düzen” sözlerini iyi değerlendirmeli, gelir ve paylaşım adaletsizliğine neden karşı çıktığını mercek altına almalı.
En önemlisi Ecevit’in CHP’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkelerinin, partinin simgesi 6 okun yılmaz savunucusu olduğundan yola çıkılarak parti yeniden öz benliğine kavuşturulmalı.
1977 seçiminde dağlara taşlara yazılan “Umudumuz Karaoğlan” sloganlarıyla halkta ona karşı oluşan sevginin benzeri yeniden toplumda yaratılmalı.
Ecevit’in 1977’deki yüzde 41.5’lik başarıyı nasıl sağladığı enine boyuna incelenerek, bu başarıdan çıkarımlar edinilmeli.
CHP’nin emekçi dostu, gariban babası, ulusal çıkarlar için dünyaya rest çeken, Atatürk ilkelerinin yılmaz savunucusu Bülent Ecevit’ten alacağı öyle çok dersler var ki…
Yeter ki bu dersler iyi çalışılsın, iyice sindirilsin.
Olağanüstü genel kurul tartışmalarının, taleplerinin tartışıldığı bugünlerde CHP, izleyeceği yol haritasını Mustafa Kemal Atatürk’ün ilkeleri, İsmet İnönü ve Bülent Ecevit’in devletçi- halkçı politikalarından esinlenerek yeniden şekillendirmeli.
Çünkü ülkenin güçlü bir CHP’ye, umut veren bir CHP’ye, güçlü iktidar seçeneği olabilecek bir CHP’ye ivedilikle gereksinimi var.
3 Kasım 2015 Salı
Fırsatı Değerlendiremeyenler
AKP, yönetim kadrosunun bile beklemediği büyük bir zafer elde etti.
Seçmen, 5 ay önce “dur” dediği iktidar partisine 1 Kasım’da yüzde 49.4 gibi rekor bir oy oranı ile yeniden “evet” dedi.
AKP’nin bu başarısının altında yatan gerçekleri, kendilerinin bile beklemediği bir oy oranına, vekil sayısına nasıl ulaştığının yanı sıra, muhalefetin nerede yanlış yaptığını irdelemek de gerekir.
Evet, Başbakan Ahmet Davutoğlu bu seçim döneminde, ayrıştırıcı, kamplaştırıcı yerine ılımlı bir dil kullandı.
Evet, Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Haziran’daki gibi miting alanlarına çıkmayıp geri planda kaldı.
Evet, terörden ve ekonomideki krizden kaygı duyan seçmen istikrar adına yeniden “tek başına iktidar” dedi.
Evet, diğer partiler gibi emekli ve asgari ücretliye bu kez vaatlerde bulunan AKP’nin bu vaatleri seçmen tarafından daha fazla inandırıcı bulundu.
Yeri gelmişken bu vaatlerin öncüsü CHP ve Kılıçdaroğlu olmasına karşın, her iki seçimde de karşılığını alamadığını belirtelim.
Evet, belki seçmen koalisyon yerine tek başına iktidarın sorunları daha kolay çözeceğine inandı.
Evet, 7 Haziran’da SP-BBP ittifakı ile HDP’ye giden oylar bu kez geri döndü.
Bu nedenler AKP’nin yeniden iktidara gelmesini sağlasa da, asıl muhalefetin beceriksizliği, seçmenin 7 Haziran’da sunduğu fırsatı değerlendirememesi, yeniden hortlayan bölücü terör, 22 Temmuz’dan bu yana terörden onlarca polis, asker, güvenlik elemanının şehit düşmesi, yüzlerce sivilin yaşamını yitirmesi bir o kadar önemli rol oynadı.
Kuşkusuz 1 Kasım’ın kesin mağlupları MHP ve HDP.
7 Haziran’da seçmenin kendisine tanıdığı krediyi, fırsatı o akşam elinin tersi ile iten, koalisyon görüşmelerine kapılarını kapatan, TBMM Başkanlığı seçiminde uzlaşmaz tavır takınan, partinin yetkin ve deneyimli isimlerini dışlayan, aday bile göstermeyen Devlet Bahçeli, MHP ağır bir yenilgi aldı.
Oysa, seçmenin kendisine tanıdığı fırsatı değerlendirip, koalisyon ortağı olsaydı yeniden bir seçime gerek bile kalmayacaktı.
Bahçeli, koalisyon için öne sürdüğü 4 temel maddeyi yapılacak görüşmelerde belki üç aşağı beş yukarı kabul ettirebilecekken - kendisi de bir ölçüde esneyerek- “hayırcı” tutumu ile bu fırsatı elinin içinden kaçırdı.
Bahçeli’nin tavrına kızan orta yaş ve üstü MHP tabanı bu kez AKP’yi tercih etti.
7 Haziran’ın kendisine sunduğu fırsatı, seçmenin “Türkiye partisi olun” mesajını yeterince değerlendiremeyen HDP, en ağır mağlubiyeti yaşayan bir diğer parti oldu.
Oysa 7 Haziran akşamı Selahattin Demirtaş, “seçmenin bize verdiği mesajı iyi okuyacağız. Verilen emanet oyların gereğini yerine getireceğiz” diyerek, bölücü terör ile arasına mesafe koyacağı beklentisi yarattı.
Bırakın, PKK ile araya mesafe koymayı, artan olaylar karşısında bunu kınamaktan, teröre açık tavır almaktan kaçındı.
Cizre’de, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Yüksekova’da ve Güneydoğu Anadolu’nun diğer yerlerinde maskeli teröristlerin hendek kazması, kimlik kontrolü yapması, molotoflu saldırılarda bulunması emanet oyların yanı sıra, Doğulu ve Güneydoğulu seçmeni HDP’den uzaklaştırdı.
Hem MHP, hem de HDP seçmenin kendilerine 7 Haziran’da tanıdığı krediyi, fırsatı değerlendiremeyerek bozguna uğradı.
CHP ise ne kazandı, ne kaybetti.
Gerçi oy oranını çok az, vekil sayısını da 2 artırmasına karşın “patinaj” partisi özelliğinden bir türlü kurtulamıyor, hep yerinde sayıyor.
Emekliye, asgari ücretliye, taşeron işçiye, öğrenciye, çiftçiye bir dizi vaatlerde bulunmuş, öncülüğünü de yapmıştı.
Ne var ki bu vaatleri tıpkı 7 Haziran’da olduğu gibi 1 Kasım’da da karşılık bulmadı.
Oysa bu seçimde benzer vaatlerde bulunan AKP bunun karşılığını aldı.
Demek ki seçmen bu vaatleri CHP’den çok, AKP’nin yerine getireceğine inandı.
Her üç muhalefet partisi de şapkalarını önlerine alıp, “ama, lakin, fakat, çünkü” demeden nerede yanlış yaptıklarını, eksikliklerinin muhasebesini yapmalı, özeleştiride bulunmalı.
Çünkü, Türkiye’nin AKP kadar bu üç partiye de ihtiyacı var.
AKP’nin başarısını kutlarken, barış, huzur içinde ülkeyi yönetmesini, özellikle emekli ve asgari ücretli vaatlerin hemen yerine getirilmesini bekliyor.
31 Ekim 2015 Cumartesi
İşten Atılma Korkusu
İşsizliğin yaygın olduğu günümüzde iş sahibi olanlar kendilerini bir yerde şanslı sayıyor.
Ücreti az olsa, gereksinimlerini yeterince karşılamasa da sigortalı olması, sosyal güvenceye sahip olması düşük ücreti bir anlamda geri plana atabiliyor.
Ancak onların da her an işini yitirme kaygısı taşıdıkları bir gerçek.
Son günlerde medyaya yansıyan haberlere göre, yurtta ve dünyada çeşitli şirketler ekonomik krizden ötürü toplu işten çıkarmaya hazırlanıyor.
İşçiler her an kapının önüne konulma tehlikesi ile karşı karşıya
Özellikle işçi statüsünde çalışanlar, işyerinin kapanması, tensikat (toplu işten çıkarma), işverenin iflas etmesi, üretimin azaltılması, keyfi işten çıkarma gibi nedenlerden ötürü korku içinde.
İşçinin geçerli bir neden olmadan, yani keyfi şekilde işten çıkarılmasını önlemeye dönük hükümlerin başında iş güvencesi gelmektedir.
Ancak, emekçinin iş güvencesinden yararlanabilmesi için bazı koşullar gerekiyor.
Bunlardan biri de, işyerinde çalışan sayısı.
Çünkü, özellikle esnaf ve küçük işletmelerin iş güvencesinin ağır etkilerinden olumsuz etkilenmemeleri için bu yönde bir düzenleme hayata geçirildi.
4857 sayılı İş Yasası’na göre iş güvencesine ilişkin koruyucu hükümlerden işçinin yararlanabilmesi için işyerinde 30 veya daha fazla işçinin çalışıyor olması gerekiyor.
Aynı işverenin aynı işkolunda birden fazla işyerinin bulunması durumunda 30 işçi sayısı bu aynı işkolundaki işyerlerinde çalışan toplam işçi sayısına göre saptanmaktadır.
Yani 29 ve altında işçi çalıştıran işyerlerinde iş güvencesine ilişkin koruyucu hükümler uygulanamıyor.
Kısaca, 30’un altında işçinin çalıştığı işyerlerinde iş güvencesi söz konusu değil.
İş güvencesinin uygulanmasında 30 işçi kriteri çalıştırılan işçi sayısının belirlenmesinde dikkat edilmesi gereken önemli bir konu.
Otuz işçinin belirlenmesinde belirli veya belirsiz süreli sözleşmeyle çalışan, takım sözleşmesiyle çalışan, deneme süresinde olan, emekli olarak sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışan, mevsimlik sözleşmeyle çalışan işçilerin tümü dikkate alınıyor.
Ayrıca hastalık, doğum veya izin gibi nedenlerle iş sözleşmesi askıda olan işçilerin sayısı da 30 işçi sayısına dahil ediliyor.
Yine iş güvencesi kapsamında yer almayan işveren vekili ve yardımcıları da 30 işçinin hesaplanmasında dikkate alınmıyor.
Sözleşmenin feshedilmesine göre, ihbar süresi için iş sözleşmesi varlığını devam ettirdiğinden 30 işçinin hesaplanmasında dikkate alınmalı.
Asıl-alt işverenlik ilişkisinde asıl işveren ve alt işveren farklı kişiler olduğundan 30 sayısının belirlenmesinde ayrı ayrı değerlendiriliyor.
Sonuçta, iş güvencesinin temel şartlarından biri olan 30 işçi sayısı şartının yerine getirilememesi durumunda bu işyerinde çalışan işçiler iş güvencesine ilişkin koruyucu hükümlerden yararlanamıyor.
Yani, 30’dan az işçinin çalıştığı işyerlerinde iş güvencesi geçerli değil.
Umarım medyaya yansıyan haberler gerçekleşmez, hiçbir emekçi işini yitirmez.
İşsiz kalmak, altından kalkılması zor bir olgu.
Ücreti az olsa, gereksinimlerini yeterince karşılamasa da sigortalı olması, sosyal güvenceye sahip olması düşük ücreti bir anlamda geri plana atabiliyor.
Ancak onların da her an işini yitirme kaygısı taşıdıkları bir gerçek.
Son günlerde medyaya yansıyan haberlere göre, yurtta ve dünyada çeşitli şirketler ekonomik krizden ötürü toplu işten çıkarmaya hazırlanıyor.
İşçiler her an kapının önüne konulma tehlikesi ile karşı karşıya
Özellikle işçi statüsünde çalışanlar, işyerinin kapanması, tensikat (toplu işten çıkarma), işverenin iflas etmesi, üretimin azaltılması, keyfi işten çıkarma gibi nedenlerden ötürü korku içinde.
İşçinin geçerli bir neden olmadan, yani keyfi şekilde işten çıkarılmasını önlemeye dönük hükümlerin başında iş güvencesi gelmektedir.
Ancak, emekçinin iş güvencesinden yararlanabilmesi için bazı koşullar gerekiyor.
Bunlardan biri de, işyerinde çalışan sayısı.
Çünkü, özellikle esnaf ve küçük işletmelerin iş güvencesinin ağır etkilerinden olumsuz etkilenmemeleri için bu yönde bir düzenleme hayata geçirildi.
4857 sayılı İş Yasası’na göre iş güvencesine ilişkin koruyucu hükümlerden işçinin yararlanabilmesi için işyerinde 30 veya daha fazla işçinin çalışıyor olması gerekiyor.
Aynı işverenin aynı işkolunda birden fazla işyerinin bulunması durumunda 30 işçi sayısı bu aynı işkolundaki işyerlerinde çalışan toplam işçi sayısına göre saptanmaktadır.
Yani 29 ve altında işçi çalıştıran işyerlerinde iş güvencesine ilişkin koruyucu hükümler uygulanamıyor.
Kısaca, 30’un altında işçinin çalıştığı işyerlerinde iş güvencesi söz konusu değil.
İş güvencesinin uygulanmasında 30 işçi kriteri çalıştırılan işçi sayısının belirlenmesinde dikkat edilmesi gereken önemli bir konu.
Otuz işçinin belirlenmesinde belirli veya belirsiz süreli sözleşmeyle çalışan, takım sözleşmesiyle çalışan, deneme süresinde olan, emekli olarak sosyal güvenlik destek primi ödeyerek çalışan, mevsimlik sözleşmeyle çalışan işçilerin tümü dikkate alınıyor.
Ayrıca hastalık, doğum veya izin gibi nedenlerle iş sözleşmesi askıda olan işçilerin sayısı da 30 işçi sayısına dahil ediliyor.
Yine iş güvencesi kapsamında yer almayan işveren vekili ve yardımcıları da 30 işçinin hesaplanmasında dikkate alınmıyor.
Sözleşmenin feshedilmesine göre, ihbar süresi için iş sözleşmesi varlığını devam ettirdiğinden 30 işçinin hesaplanmasında dikkate alınmalı.
Asıl-alt işverenlik ilişkisinde asıl işveren ve alt işveren farklı kişiler olduğundan 30 sayısının belirlenmesinde ayrı ayrı değerlendiriliyor.
Sonuçta, iş güvencesinin temel şartlarından biri olan 30 işçi sayısı şartının yerine getirilememesi durumunda bu işyerinde çalışan işçiler iş güvencesine ilişkin koruyucu hükümlerden yararlanamıyor.
Yani, 30’dan az işçinin çalıştığı işyerlerinde iş güvencesi geçerli değil.
Umarım medyaya yansıyan haberler gerçekleşmez, hiçbir emekçi işini yitirmez.
İşsiz kalmak, altından kalkılması zor bir olgu.
19 Ekim 2015 Pazartesi
Nükleer Sevda
Hükümetin nükleer santral sevdası bitecek gibi değil. Üçüncü nükleer santralin Kırklareli’nin Demirköy ilçesine bağlı İğneada beldesine yapılacağını Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Ali Rıza Alaboyun’un açıklamalarından öğrendik. Alaboyun, İğneada’ya kurulacak nükleer santral için Çinli ve Amerikalılar ile mutabakat zaptının imzalandığını bildirmiş.
Anlayacağınız, Mersin ve Sinop’taki santrallere karşı yürütülen tepkiler sürerken, kamuoyunun haberi olmadan sessiz, sedasız üçüncüsünün protokolü imzalanmış bile. Bakan açıklamasa uzun süre haberimiz olmayacaktı. Avrupa’nın en büyük longoz ormanlarına sahip İğneada beldesine yapılması planlanan nükleer santralle birlikte Sinop’taki santralin de devreye girmesi ile Karadeniz’in yeşili, ormanları büyük bir katliamla karşı karşıya kalacak.
Kıyısı ile Karadeniz, yerleşim alanı ile Trakya bölgesinde yer alan İğneada, zengin yeşil doğa ve endemik bitki örtüsüne sahip, turistin ilgisini çeken şirin bir belde. Daha önce de bu bölgeye nükleer santral yapılması gündeme gelmiş, buna karşı defalarca eylem yapılmıştı. Belde halkı, yeniden buranın tercih edilmesine anlam veremiyor. Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın “yapılmayacak” sözünü verdiğini anımsatan bölge halkı bu karar karşısında adeta isyanda.
Daha öncekiler gibi verilen sözlerin yanıltıcı, oyalamaya yönelik olduğu bir kez daha görüldü. Trakya Bölgesinde “enerji üretim santrali yapılmayacağına” ilişkin Danıştay kararı olduğunu açıklayan halk, mevcut bölge planına ve Danıştay 6. Dairesi kararlarına göre İğneada’ya, Trakya’nın başka yerlerine hukuken enerji santralleri kurulamayacağı görüşünde.
Bölge halkı savundukları görüşte sonuna dek haklı. Öyle ya, hukukun aldığı karara güvenmeyecek de neye güvenecekler? Ancak, geçmişe şöyle bir baktığınızda yargı kararlarına ve onca mücadeleye karşın, daha sonra alınan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporları ile nice termik santrallerin, çöp depolama tesislerinin, HES’lerin yapıldığını görebilirsiniz.
Yani yargı kararlarına karşın doğayı tahrip eden tesisler halkla inatlaşılarak yapıldı. Bunların çoğunluğunun Karadeniz’de, özellikle de Doğu Karadeniz’de bulunduğuna tanık olabilirsiniz. En güzel örnek, Terme-Akçay’da kurulu doğalgaz çevrim santrali OVM. Terme Çevre Platformu (TERÇEP) eski dönem sözcüsü Zekai Altunpala, doğalgaz ile elektrik üreten OVM santraline ilişkin iki yürütmeyi durdurma kararı bulunduğunu bildirdi. Birinci yargı kararının santralin yapımı sırasında 2011 yılında, ikinci kararın ise 16 Şubat 2015’te alındığına dikkat çeken Altunpala, her iki karara karşın Bakanlar Kurulu ve Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) santrale onay verdiğini hatırlattı. Altunpala, ikinci yargı kararında deniz faunasının zarar gördüğüne vurgu yapıldığını, ancak üretim hala sürdüğünü belirtti. Altunpala’nın da çok güzel açıkladığı gibi ne kadar yürütmeyi durdurma kararı alırsanız alın, ne kadar yargıdan destek görürseniz görün, Bakanlar Kurulu, EPDK veya başka bir kurumun kararı ile bu tesisler, hem de bölge halkının karşı koymasına rağmen yapılıyor.
Demem o ki, Terme örneğini esas alarak, halkın tepkisine, yargı kararı olmasına karşılık üçüncü nükleer santral yüzde 89’u ormanlarla kaplı, Avrupa’nın en büyük subasar (longoz) ormanlarına sahip, önemli bir kuş göçü yolu üzerinde bulunan İğneada’da yapılır.
Gerekçe hep aynı, enerji açığı, elektrik talebinin karşılanması.Açığın kapatılması için gerekli olan santraller, tesisler neden halkın rahat nefes alabildiği, turizmin gözbebeği, tarıma elverişli yeşil bitki örtüsüne, ormanlara, akarsulara, yerleşim birimlerine kuruluyor?
Neden yenilenebilir enerjiye yoğunluk verilmiyor? Dünya bu konuda süratle ilerliyor. Biz ise hala doğayı kirleten, ölümlere yol açan teknolojilerde ısrar ediyoruz.
14 Ekim 2015 Çarşamba
Asgari Ücret Gerçeği
Emekli, çiftçi, esnaf, öğrencinin yanı sıra asgari ücretli de seçimden ötürü siyasilerin gözdesi oldu.
AKP asgari ücreti bin 300, CHP bin 500, MHP bin 400, HDP ise 2 bin liraya çıkarılması sözünü verdi, vaatleri seçim beyannamelerinde yer aldı.
Eğer bu sözler yerine getirilirse asgari ücretle çalışan yaklaşık 5 milyon işçi yılbaşında yüzde 30-50 arasında bir zam alacak gibi.
Eğer bu sözler unutulmaz, ötelenmezse Kasım ayı sonu veya Aralık ayı başında toplanacak Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda bu kez işçiyi sevindiren bir karar çıkabilir. On beş kişiden oluşan komisyonda işçinin muhalefetine karşın, hep hükümet ve işverenlerin işbirliği ile açlık sınırının altında kalan bir asgari ücret saptanıyor. Kanıksanan bu senaryo yıllardır komisyonda sergileniyor.
Yakınmalara neden olan asgari ücretin düşük saptanmasında TÜİK’in önerdiği rakamlar ile dört kişilik ailenin harcama kalıplarının komisyon tarafından dikkate alınmaması önemli rol oynuyor. Komisyon işçinin taleplerini görmezden geldiği gibi, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) önerdiği rakamı değerlendirmiyor, tek işçinin harcama kalıplarını esas alıyor.
Nitekim komisyon geçen yıl TÜİK’in “asgari ücret bin 425 lira olmalı” görüşünü dikkate almayarak, bu yılın her iki 6 ayında uygulanan ücreti önerilen rakamın çok altında belirledi.
İşçinin eline daha fazla para geçebilmesinin bir yöntemi de asgari ücretin vergi dışı bırakılması. Belirli aralıklarla siyasiler tarafından gündeme getirilen asgari ücretten vergi kesintisi yapılmaması durumunda bu ücretle çalışanların eline bir miktar daha fazla para geçecektir.
Geçen yasama yılında Meclis’te temsil edilen tüm siyasi partilerin asgari ücretin vergi dışı bırakılmasında uzlaşma sağladığı haberleri medyada yer almıştı. Ne ki sağlanan uzlaşma nedense bir türlü yasa olarak hayata geçirilemedi. Maliye Bakanlığı çalışana, emekliye yapılması düşünülen yüksek oranlı zamda olduğu gibi buna da olumsuz yanıt verdi. Bakanlık, asgari ücretten vergi alınmaması durumunda vergi gelirinde önemli oranda düşüş olacağı gerekçesiyle bu öneriye sıcak bakmadı. Öyle ya hiçbir zahmete katlanmadan peşin vergi kesiliyor, diğer işçi, memur ve çalışanlar gibi asgari ücretli de “kümesteki hazır kaz” olarak görülüyor. Oysa asgari ücretin vergi dışı bırakılması ile oluşacak vergi açıklarını gidermek için öylesine çok kaynak var ki.
Örneğin kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması, kaçırılan, ödenmeyen vergi ve sigorta primlerinin tahsilatı gibi. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun daha önce aldığı karar uyarınca 1 Temmuz’dan itibaren uygulanan ücret halen brüt bin 274 lira. Bu ücretten 72.29 lira gelir vergisi, 9.67 lira damga vergisi olmak üzere 82.5 lira vergi kesintisi yapılıyor. Eğer asgari ücret vergi dışı bırakılsaydı bu ücretle çalışan işçinin eline 82.5 lira daha fazla para geçecekti. Bu para az olsa da net bin lira alan asgari ücretlinin aylığında yüzde 8.5’a yakın artış demektir. Brüt asgari ücret arttıkça vergi dışı kalan miktar da artacağından emekçinin eline daha fazla para geçecektir.
İddia edildiği gibi çok fazla gelir kaybına yol açmayacak bu uygulamanın hayata geçirilmesi ile 5 milyon emekçinin bütçesine katkı sağlanacaktır. Asgari ücretle çalışan emekçiler siyasilerden sözlerini tutmalarının yanı sıra vergi dışı bırakılmasına ilişkin yasanın çıkarılmasını da bekliyor. Bu düzenleme ile birlikte zam sözü de yerine getirilirse önümüzdeki aylarda toplanacak Asgari Ücret Tespit Komisyonu’ndan 2016 yılında işçiyi hoşnut edecek bir karar çıkabilir. Tabii öncelikle siyasilerin sözlerinde durması gerekiyor.
AKP asgari ücreti bin 300, CHP bin 500, MHP bin 400, HDP ise 2 bin liraya çıkarılması sözünü verdi, vaatleri seçim beyannamelerinde yer aldı.
Eğer bu sözler yerine getirilirse asgari ücretle çalışan yaklaşık 5 milyon işçi yılbaşında yüzde 30-50 arasında bir zam alacak gibi.
Eğer bu sözler unutulmaz, ötelenmezse Kasım ayı sonu veya Aralık ayı başında toplanacak Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nda bu kez işçiyi sevindiren bir karar çıkabilir. On beş kişiden oluşan komisyonda işçinin muhalefetine karşın, hep hükümet ve işverenlerin işbirliği ile açlık sınırının altında kalan bir asgari ücret saptanıyor. Kanıksanan bu senaryo yıllardır komisyonda sergileniyor.
Yakınmalara neden olan asgari ücretin düşük saptanmasında TÜİK’in önerdiği rakamlar ile dört kişilik ailenin harcama kalıplarının komisyon tarafından dikkate alınmaması önemli rol oynuyor. Komisyon işçinin taleplerini görmezden geldiği gibi, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) önerdiği rakamı değerlendirmiyor, tek işçinin harcama kalıplarını esas alıyor.
Nitekim komisyon geçen yıl TÜİK’in “asgari ücret bin 425 lira olmalı” görüşünü dikkate almayarak, bu yılın her iki 6 ayında uygulanan ücreti önerilen rakamın çok altında belirledi.
İşçinin eline daha fazla para geçebilmesinin bir yöntemi de asgari ücretin vergi dışı bırakılması. Belirli aralıklarla siyasiler tarafından gündeme getirilen asgari ücretten vergi kesintisi yapılmaması durumunda bu ücretle çalışanların eline bir miktar daha fazla para geçecektir.
Geçen yasama yılında Meclis’te temsil edilen tüm siyasi partilerin asgari ücretin vergi dışı bırakılmasında uzlaşma sağladığı haberleri medyada yer almıştı. Ne ki sağlanan uzlaşma nedense bir türlü yasa olarak hayata geçirilemedi. Maliye Bakanlığı çalışana, emekliye yapılması düşünülen yüksek oranlı zamda olduğu gibi buna da olumsuz yanıt verdi. Bakanlık, asgari ücretten vergi alınmaması durumunda vergi gelirinde önemli oranda düşüş olacağı gerekçesiyle bu öneriye sıcak bakmadı. Öyle ya hiçbir zahmete katlanmadan peşin vergi kesiliyor, diğer işçi, memur ve çalışanlar gibi asgari ücretli de “kümesteki hazır kaz” olarak görülüyor. Oysa asgari ücretin vergi dışı bırakılması ile oluşacak vergi açıklarını gidermek için öylesine çok kaynak var ki.
Örneğin kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması, kaçırılan, ödenmeyen vergi ve sigorta primlerinin tahsilatı gibi. Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun daha önce aldığı karar uyarınca 1 Temmuz’dan itibaren uygulanan ücret halen brüt bin 274 lira. Bu ücretten 72.29 lira gelir vergisi, 9.67 lira damga vergisi olmak üzere 82.5 lira vergi kesintisi yapılıyor. Eğer asgari ücret vergi dışı bırakılsaydı bu ücretle çalışan işçinin eline 82.5 lira daha fazla para geçecekti. Bu para az olsa da net bin lira alan asgari ücretlinin aylığında yüzde 8.5’a yakın artış demektir. Brüt asgari ücret arttıkça vergi dışı kalan miktar da artacağından emekçinin eline daha fazla para geçecektir.
İddia edildiği gibi çok fazla gelir kaybına yol açmayacak bu uygulamanın hayata geçirilmesi ile 5 milyon emekçinin bütçesine katkı sağlanacaktır. Asgari ücretle çalışan emekçiler siyasilerden sözlerini tutmalarının yanı sıra vergi dışı bırakılmasına ilişkin yasanın çıkarılmasını da bekliyor. Bu düzenleme ile birlikte zam sözü de yerine getirilirse önümüzdeki aylarda toplanacak Asgari Ücret Tespit Komisyonu’ndan 2016 yılında işçiyi hoşnut edecek bir karar çıkabilir. Tabii öncelikle siyasilerin sözlerinde durması gerekiyor.
4 Ekim 2015 Pazar
Yargı Kararına Karşın İkramiye Yok
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) yargı kararlarına karşın 30 yılın üzerindeki hizmet süreleri için memur emeklisine ikramiye ödemekten kaçınıyor.
Yaş kriterinden ötürü 30 yılın çok üzerinde çalışmak zorunda kalan memura, emekli olduğunda ancak 30 yıl dikkate alınarak ikramiye ödeniyor.
30 yılın üzerindeki emeklerinin karşılığı yok sayılıyor.
AYM daha önce, Emekli Sandığı Kanunu’nda yer alan ‘’emekli ikramiyesinin hesaplanmasında 30 yılı aşan süreler dikkate alınmaz” ibaresini anayasaya aykırı olduğuna hükmederek iptal etmişti.
AYM’nin kararını destekleyen, memur emeklisini sevince boğan bir diğer haber de Ankara 12. İdare Mahkemesi’nden geldi.
Mahkeme 30 yılın üstündeki 8 yıl 5 aylık hizmetinin karşılığı için ikramiye ödenmesini talep eden ancak SGK’dan Anayasa Mahkemesi kararından önce emekli olduğu için geriye dönük hak talep edemeyeceği gerekçesiyle başvurusu ret edilen emekli memuru haklı buldu.
İdare mahkemesi kararıyla 30 yılın üzerindeki hizmetin karşılığı olan ikramiyenin memur emeklisine ödenmesine hükmetmiş oldu.
Her iki karar 30 yılın üstündeki hizmetler için de ikramiye ödenmesini hükmetmesine karşın SGK memur emeklisine bu parayı ödenmekten kaçınıyor.
Kararın ardından SGK’ya başvuran emekliler olumsuz yanıt alıyor.
Daha önce emekli olmuş binlerce memur, idare mahkemesinin bu kararını emsal göstererek yargıda hakkını arıyor.
Davayı kazanan memur emeklisinin en az 10 bin lira daha ikramiye alabileceği belirtiliyor.
SGK’ya karşı açtığı davayı kazanacak her bir emeklinin alacağı 10 bin lira alt gelir grubundaki bu kitle için hatırı sayılır bir para.
Devlete yıllarca hizmet eden, emek veren, neredeyse ömrünün yarısını burada geçiren dar gelirli memur emeklisi 30 yılın üzerindeki hizmetinin karşılığını alamamaktan mağdur oluyor, haksızlığa uğruyor.
SGK’nın emekli memura 30 yılın üzerindeki emeklerinin karşılığını yargı kararlarına rağmen neden ödemediği, başvuruları neden ret ettiğini anlamak çok zor.
Yargı haklı yakınmalara yol açan haksızlığa “ dur” dedi.
Ne var ki SGK direniyor.
Seçimin ardından oluşacak TBMM bu konuda yasal bir düzenlemeyi hayata geçirerek emeklinin mağduriyeti giderilmeli.
Yaş kriterinden ötürü 30 yılın çok üzerinde çalışmak zorunda kalan memura, emekli olduğunda ancak 30 yıl dikkate alınarak ikramiye ödeniyor.
30 yılın üzerindeki emeklerinin karşılığı yok sayılıyor.
AYM daha önce, Emekli Sandığı Kanunu’nda yer alan ‘’emekli ikramiyesinin hesaplanmasında 30 yılı aşan süreler dikkate alınmaz” ibaresini anayasaya aykırı olduğuna hükmederek iptal etmişti.
AYM’nin kararını destekleyen, memur emeklisini sevince boğan bir diğer haber de Ankara 12. İdare Mahkemesi’nden geldi.
Mahkeme 30 yılın üstündeki 8 yıl 5 aylık hizmetinin karşılığı için ikramiye ödenmesini talep eden ancak SGK’dan Anayasa Mahkemesi kararından önce emekli olduğu için geriye dönük hak talep edemeyeceği gerekçesiyle başvurusu ret edilen emekli memuru haklı buldu.
İdare mahkemesi kararıyla 30 yılın üzerindeki hizmetin karşılığı olan ikramiyenin memur emeklisine ödenmesine hükmetmiş oldu.
Her iki karar 30 yılın üstündeki hizmetler için de ikramiye ödenmesini hükmetmesine karşın SGK memur emeklisine bu parayı ödenmekten kaçınıyor.
Kararın ardından SGK’ya başvuran emekliler olumsuz yanıt alıyor.
Daha önce emekli olmuş binlerce memur, idare mahkemesinin bu kararını emsal göstererek yargıda hakkını arıyor.
Davayı kazanan memur emeklisinin en az 10 bin lira daha ikramiye alabileceği belirtiliyor.
SGK’ya karşı açtığı davayı kazanacak her bir emeklinin alacağı 10 bin lira alt gelir grubundaki bu kitle için hatırı sayılır bir para.
Devlete yıllarca hizmet eden, emek veren, neredeyse ömrünün yarısını burada geçiren dar gelirli memur emeklisi 30 yılın üzerindeki hizmetinin karşılığını alamamaktan mağdur oluyor, haksızlığa uğruyor.
SGK’nın emekli memura 30 yılın üzerindeki emeklerinin karşılığını yargı kararlarına rağmen neden ödemediği, başvuruları neden ret ettiğini anlamak çok zor.
Yargı haklı yakınmalara yol açan haksızlığa “ dur” dedi.
Ne var ki SGK direniyor.
Seçimin ardından oluşacak TBMM bu konuda yasal bir düzenlemeyi hayata geçirerek emeklinin mağduriyeti giderilmeli.
20 Eylül 2015 Pazar
Angarya Suç
Türkiye, fazla mesaide rekor kırıyor.
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üye ülkeler arasında fazla mesaide birinci sırada bulunan Türkiye’de emekçiler haftada ortalama 47.8 saat çalışıyor.
4857 sayılı İş Yasası’na göre haftada 45 saat çalışması gereken işçiler, bu rakamın üzerine çıkarak 3 saate yakın fazla mesai yapıyor.
Haftalık yasal çalışma sürelerinin üzerinde ter akıtan emekçilerin çoğunluğu ne yazık ki bu fazla çalışmanın karşılığını alamıyor, fazla mesaileri bir nevi angarya sayılıyor.
Oysa anayasada angarya yasak.
Yani işçiye baskı ile ücretini ödemeden fazla mesai yaptıranlar, çalıştıranlar yasa önünde suçlu duruma düşüyor.
Ne var ki anayasada yasak olan angarya birçok işyerinde vahşi şekilde uygulanıyor.
OECD verilerine göre, Türkiye’de emekçilerin yüzde 43.3’ü haftada 50 saatin bile üzerinde çalışarak, fazla mesaide rekor kırıyor.
Her iki çalışandan biri haftalık yasal sürenin çok üstünde çalışıyor.
Türkiye’de bir işçi haftada ortalama 47.8 saat çalışırken, Hollanda’da 30, Danimarka’da 33.6, Norveç’te 34.2, İsviçre’de 35, Almanya ‘da 35.3, İngiltere’de 36.5, İtalya’da 36.9, Fransa’da 37.5 saat çalışıyor.
Türkiye’nin yanı sıra Güney Afrika, Kore, Meksika, Şili, Yunanistan, Polonya, İsrail gibi ülkeler de uzun çalışma saatlerinde ilk sıralarda yer alıyor.
Çok uzun sürelerle çalışanların toplam çalışanlara oranı, iş dışındaki zamandan kişisel bakım ve boş vakte kadar kalan süre ölçütleri gözetilerek OECD ülkelerinin çalışma hayat dengesinin değerlendirildiği indekste Türkiye son sırada yer alıyor.
Türkiye’de fazla mesaiye ilişkin düzenlemeler iş yasası ile belirleniyor.
Ne kadar süre fazla mesai yapılacağı, kimlerin fazla mesaiye kalacağı, ne kadar ücret ödeneceği yasaya göre belirleniyor.
Ülkenin yararı ya da işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerden ötürü işveren, işçiye fazla çalışma yaptırabiliyor.
Haftada 45 saatlik çalışma süresini dolduran işçinin çalıştırılması halinde bu süreyi aşan dilimi için fazla mesai ücreti ödenmesi gerekiyor.
Fazla çalışmada günlük 11, yıllık 270 saat sınırı bulunuyor.
Yani bir işçiye günde 11, yılda 270 saatten fazla mesai yaptırmak yasal olarak olası değil.
Yarım saatin altındaki fazla mesailer yarım saat, yarım saati aşan mesailer ise bir saat olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Fazla mesaiden muaf tutulan işçilerin, yasanın öngördüğü sürenin dışında çalıştırılması da yasak.
Sağlık kuralları yönünden günde en çok 7.5 saat veya daha az çalışması gerekenler, maden kablo döşenmesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı, su altı gibi işlerde çalışanlara, sağlık raporu bulunanlara, 18 yaşından küçük olanlara, kısmi süreli iş sözleşmesi çalışanlara, gebe doğum yapmış ve çocuk emziren işçilere fazla mesai yaptırılmıyor.
Bu kişileri fazla mesaiye zorlamak yasal olarak suç.
Fazla mesaide işçinin onayının alınması zorunlu.
İşçi, baskı ile fazla mesai yaptırılması durumunda istifa ederek hak etmişse açacağı dava ile kıdem tazminatı alabiliyor.
İşçi baskı ile fazla mesai yaptırıldığını mahkemede kanıtlamak zorunda.
Aksi durumda kıdem tazminatı alamaz.
Anayasa’da da yasaklanan angarya, baskı ile fazladan çalıştırma işçiyi huzursuz ettiği gibi, işyerinde iş barışını da bozar.
Eğer fazla mesai yaptırılacaksa mutlak olarak işçinin onayı alınmalı.
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üye ülkeler arasında fazla mesaide birinci sırada bulunan Türkiye’de emekçiler haftada ortalama 47.8 saat çalışıyor.
4857 sayılı İş Yasası’na göre haftada 45 saat çalışması gereken işçiler, bu rakamın üzerine çıkarak 3 saate yakın fazla mesai yapıyor.
Haftalık yasal çalışma sürelerinin üzerinde ter akıtan emekçilerin çoğunluğu ne yazık ki bu fazla çalışmanın karşılığını alamıyor, fazla mesaileri bir nevi angarya sayılıyor.
Oysa anayasada angarya yasak.
Yani işçiye baskı ile ücretini ödemeden fazla mesai yaptıranlar, çalıştıranlar yasa önünde suçlu duruma düşüyor.
Ne var ki anayasada yasak olan angarya birçok işyerinde vahşi şekilde uygulanıyor.
OECD verilerine göre, Türkiye’de emekçilerin yüzde 43.3’ü haftada 50 saatin bile üzerinde çalışarak, fazla mesaide rekor kırıyor.
Her iki çalışandan biri haftalık yasal sürenin çok üstünde çalışıyor.
Türkiye’de bir işçi haftada ortalama 47.8 saat çalışırken, Hollanda’da 30, Danimarka’da 33.6, Norveç’te 34.2, İsviçre’de 35, Almanya ‘da 35.3, İngiltere’de 36.5, İtalya’da 36.9, Fransa’da 37.5 saat çalışıyor.
Türkiye’nin yanı sıra Güney Afrika, Kore, Meksika, Şili, Yunanistan, Polonya, İsrail gibi ülkeler de uzun çalışma saatlerinde ilk sıralarda yer alıyor.
Çok uzun sürelerle çalışanların toplam çalışanlara oranı, iş dışındaki zamandan kişisel bakım ve boş vakte kadar kalan süre ölçütleri gözetilerek OECD ülkelerinin çalışma hayat dengesinin değerlendirildiği indekste Türkiye son sırada yer alıyor.
Türkiye’de fazla mesaiye ilişkin düzenlemeler iş yasası ile belirleniyor.
Ne kadar süre fazla mesai yapılacağı, kimlerin fazla mesaiye kalacağı, ne kadar ücret ödeneceği yasaya göre belirleniyor.
Ülkenin yararı ya da işin niteliği veya üretimin artırılması gibi nedenlerden ötürü işveren, işçiye fazla çalışma yaptırabiliyor.
Haftada 45 saatlik çalışma süresini dolduran işçinin çalıştırılması halinde bu süreyi aşan dilimi için fazla mesai ücreti ödenmesi gerekiyor.
Fazla çalışmada günlük 11, yıllık 270 saat sınırı bulunuyor.
Yani bir işçiye günde 11, yılda 270 saatten fazla mesai yaptırmak yasal olarak olası değil.
Yarım saatin altındaki fazla mesailer yarım saat, yarım saati aşan mesailer ise bir saat olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Fazla mesaiden muaf tutulan işçilerin, yasanın öngördüğü sürenin dışında çalıştırılması da yasak.
Sağlık kuralları yönünden günde en çok 7.5 saat veya daha az çalışması gerekenler, maden kablo döşenmesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı, su altı gibi işlerde çalışanlara, sağlık raporu bulunanlara, 18 yaşından küçük olanlara, kısmi süreli iş sözleşmesi çalışanlara, gebe doğum yapmış ve çocuk emziren işçilere fazla mesai yaptırılmıyor.
Bu kişileri fazla mesaiye zorlamak yasal olarak suç.
Fazla mesaide işçinin onayının alınması zorunlu.
İşçi, baskı ile fazla mesai yaptırılması durumunda istifa ederek hak etmişse açacağı dava ile kıdem tazminatı alabiliyor.
İşçi baskı ile fazla mesai yaptırıldığını mahkemede kanıtlamak zorunda.
Aksi durumda kıdem tazminatı alamaz.
Anayasa’da da yasaklanan angarya, baskı ile fazladan çalıştırma işçiyi huzursuz ettiği gibi, işyerinde iş barışını da bozar.
Eğer fazla mesai yaptırılacaksa mutlak olarak işçinin onayı alınmalı.
12 Eylül 2015 Cumartesi
Üretici Yine Mağdur
Fındık üreticisinin yüzü bu yıl da gülmeyecek gibi.
Geçen yıl don rekolteyi düşürmüş, hata bazı yerlerde neredeyse sıfırdı.
Umudunu fındığa bağlayan, geleceğini buna göre planlayan üretici geçen yıl düşük rekolte karşısında adeta şok olmuştu.
Buna karşılık rekoltenin düşüklüğünden fındığını hemen pazara indirmeyen, daha sonra tüccara götüren çok az sayıdaki üretici 22 lira gibi bir fiyatla ürününü satabilmişti.
Bu rakam fındığa bugüne dek verilen en fazla fiyattı.
Üretici geçen yıl yaşadığı şoku bu yıl da yaşıyor, hem de rekoltenin yüksek olmasına rağmen.
Geçen yıl ürün az fiyatlar yüksekti, bu yıl rekolte çok fiyat düşük.
Yani 2014’te rekolte azlığından ötürü fiyatı 22 liraya kadar yükselen fındık, bu yıl rekoltenin yüksek olmasından 11 liraya kadar geriledi.
Oysa, üretici bahçesindeki bol fındığı görünce ne kadar da sevinmişti.
Geçen yılın zararını, bu yılki bol hasattan karşılayabileceğinin hesabını bile yapmıştı.
Günlüğü 70-80 liradan işçi çalıştırarak ürününü toplamıştı. Nasıl olsa bu yıl fındık boldu, işçi parasını hesap edecek değildi.
Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı, sevinci kursağında kaldı.
Çünkü bin bir zahmetle topladığı, geleceğini bağladığı fındık kilogramı serbest piyasada 11 liradan işlem görüyordu.
Hiç de beklediği gibi değildi, geçen yılki fiyatın yarısına alıcı bulabiliyordu.
Geçen yılın zararını karşılayacağı umuduyla pazara indirdiği ürünü masraflarını ancak karşılayabilecekti.
Ağustos ayı sonunda kilogramı 13 liradan işlem gören fındık, Eylül ayı ile birlikte 11 liraya geriledi.
Serbest piyasa oluşan bu düşük fiyat beklentilerin bir hayli altında.
Giresun Ziraat Odası Başkanı Nurettin Karan, pazara birden bire fındık indirilmesinden dolayı fiyatların düştüğünü belirtiyor.
Fındığını kurutan, çoğu da gurbetçi olan üreticiler, “Bir an önce satayım, elime para geçsin” düşüncesiyle ürününü pazara indirince piyasa doydu, doğal olarak da fiyatlar geriledi.
Eğer piyasaya ürün inişi bu şekilde sürerse fiyatlar daha da gerileyecek.
Kuşkusuz fiyatların bu denli gerilemesinde serbest piyasaya egemen olan, karar alıcı konumdaki tüccarlar da etkili oldu.
Nurettin Karan’a göre masraflar ve işçi fiyatı hesaplandığında bir kilo fındığın en az 15 lira olması gerekiyor.
Karan’ın da vurguladığı gibi 15 liranın altında satılacak fındık, üreticinin yüzünü güldürmediği gibi, belki de maddi kayba uğramasına neden olacak.
Giresun Ziraat Odası Başkanı Nurettin Karan, üreticiye fındığı hemen pazara indirmemelerini, emanete fındık bırakmamalarını öneriyor.
Doğru geçmiş yıllar irdelendiğinde fındığını bekleten üretici, talebin çok olduğu dönemde daha yüksek fiyatla ürününü satabiliyor.
Ancak, tüccara, piyasaya borcu olan, acil ihtiyaçlarını karşılaması gereken üretici fındığını ne kadar elinde tutabilir, pazara indirmez.
Demem o ki, geçen yıl mağdur olan üretici bu yıl da mağdur. Hem de rekoltenin yüksek olmasına rağmen.
Üreticinin alın terine, emeğine, umutlarına yazık, hem de çok yazık.
Geçen yıl don rekolteyi düşürmüş, hata bazı yerlerde neredeyse sıfırdı.
Umudunu fındığa bağlayan, geleceğini buna göre planlayan üretici geçen yıl düşük rekolte karşısında adeta şok olmuştu.
Buna karşılık rekoltenin düşüklüğünden fındığını hemen pazara indirmeyen, daha sonra tüccara götüren çok az sayıdaki üretici 22 lira gibi bir fiyatla ürününü satabilmişti.
Bu rakam fındığa bugüne dek verilen en fazla fiyattı.
Üretici geçen yıl yaşadığı şoku bu yıl da yaşıyor, hem de rekoltenin yüksek olmasına rağmen.
Geçen yıl ürün az fiyatlar yüksekti, bu yıl rekolte çok fiyat düşük.
Yani 2014’te rekolte azlığından ötürü fiyatı 22 liraya kadar yükselen fındık, bu yıl rekoltenin yüksek olmasından 11 liraya kadar geriledi.
Oysa, üretici bahçesindeki bol fındığı görünce ne kadar da sevinmişti.
Geçen yılın zararını, bu yılki bol hasattan karşılayabileceğinin hesabını bile yapmıştı.
Günlüğü 70-80 liradan işçi çalıştırarak ürününü toplamıştı. Nasıl olsa bu yıl fındık boldu, işçi parasını hesap edecek değildi.
Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı, sevinci kursağında kaldı.
Çünkü bin bir zahmetle topladığı, geleceğini bağladığı fındık kilogramı serbest piyasada 11 liradan işlem görüyordu.
Hiç de beklediği gibi değildi, geçen yılki fiyatın yarısına alıcı bulabiliyordu.
Geçen yılın zararını karşılayacağı umuduyla pazara indirdiği ürünü masraflarını ancak karşılayabilecekti.
Ağustos ayı sonunda kilogramı 13 liradan işlem gören fındık, Eylül ayı ile birlikte 11 liraya geriledi.
Serbest piyasa oluşan bu düşük fiyat beklentilerin bir hayli altında.
Giresun Ziraat Odası Başkanı Nurettin Karan, pazara birden bire fındık indirilmesinden dolayı fiyatların düştüğünü belirtiyor.
Fındığını kurutan, çoğu da gurbetçi olan üreticiler, “Bir an önce satayım, elime para geçsin” düşüncesiyle ürününü pazara indirince piyasa doydu, doğal olarak da fiyatlar geriledi.
Eğer piyasaya ürün inişi bu şekilde sürerse fiyatlar daha da gerileyecek.
Kuşkusuz fiyatların bu denli gerilemesinde serbest piyasaya egemen olan, karar alıcı konumdaki tüccarlar da etkili oldu.
Nurettin Karan’a göre masraflar ve işçi fiyatı hesaplandığında bir kilo fındığın en az 15 lira olması gerekiyor.
Karan’ın da vurguladığı gibi 15 liranın altında satılacak fındık, üreticinin yüzünü güldürmediği gibi, belki de maddi kayba uğramasına neden olacak.
Giresun Ziraat Odası Başkanı Nurettin Karan, üreticiye fındığı hemen pazara indirmemelerini, emanete fındık bırakmamalarını öneriyor.
Doğru geçmiş yıllar irdelendiğinde fındığını bekleten üretici, talebin çok olduğu dönemde daha yüksek fiyatla ürününü satabiliyor.
Ancak, tüccara, piyasaya borcu olan, acil ihtiyaçlarını karşılaması gereken üretici fındığını ne kadar elinde tutabilir, pazara indirmez.
Demem o ki, geçen yıl mağdur olan üretici bu yıl da mağdur. Hem de rekoltenin yüksek olmasına rağmen.
Üreticinin alın terine, emeğine, umutlarına yazık, hem de çok yazık.
7 Eylül 2015 Pazartesi
Diğer Emekliye Zam Niye Yok?
Hükümet ile Memur-Sen arasında bağıtlanan toplu iş sözleşmesi uyarınca emekli memur maaşlarına yüzdelik artışların dışında 1 Eylül’den geçerli olmak üzere 100 lira zam yapılması karar altına alındı.
11 milyon emekliden 7 milyonunun aylığında seyyanen artış olurken, geriye kalan 4 milyonu anlaşılmaz bir tutumla zamdan yoksun kaldı.
Aylığı 1000 liranın üzerinde olan 4 milyona yakın işçi ve Bağ-Kur emeklisi ayrımcılıktan ötürü haksızlığa uğradı.
Bu kitle diğerleri gibi aylıklarına seyyanen 100 lira artış bekliyor. Sosyal adaletin gereği 4 milyon emekliye de seyyanen zam yapılmalı. Aynı haksızlık 2000 öncesi emekli olan işçi ve Bağ-Kur’luları kapsayan intibak düzenlemesinde de gerçekleşmişti.
Düzenleme ile 2000 sonrası emekli olanlar kapsam dışı bırakılmış, aylıklardaki iyileştirmeden yararlanamamıştı.
Aslında haksızlıkların giderilmesi, tüm emekli aylıklarında günün koşullarına uygun iyileştirmenin yapılabilmesi için radikal bir intibak düzenlemesine gereksinim var. 1 Kasım’daki seçim emekliler adına bir sınav olacak. Bakalım emeklinin oyu yılda 2 maaş tutarında ikramiye sözü veren CHP’ye mi, yoksa “ kaynak yok” diyerek ikramiyeye soğuk bakan, bir kısım emekliye üvey evlat muamelesi yapan AKP’ye mi gidecek?
7 Haziran’da emekliden beklediği oyu alamayan CHP’nin vaatlerini gerçekleştirebilmesi için 11 milyonluk bu kitlenin desteğine ve oyuna ihtiyaç var.
7 Haziran seçimi öncesi de 1000 liranın altındaki işçi ve Bağ-Kur emekli aylıklarına 1 Temmuz’dan itibaren yine seyyanen 100 lira artış yapılması kararlaştırılmıştı.
1000- 1099 lira arasındaki işçi ve Bağ-Kur emekli aylıkları da 1.100 liraya tamamlanmıştı. Temmuz ayındaki zamdan 5 milyon işçi ve Bağ-Kur emeklisi, Eylül ayından geçerli olacak zamdan ise 2 milyona yakın memur emeklisi yararlandı.
1000- 1099 lira arasındaki işçi ve Bağ-Kur emekli aylıkları da 1.100 liraya tamamlanmıştı. Temmuz ayındaki zamdan 5 milyon işçi ve Bağ-Kur emeklisi, Eylül ayından geçerli olacak zamdan ise 2 milyona yakın memur emeklisi yararlandı.
11 milyon emekliden 7 milyonunun aylığında seyyanen artış olurken, geriye kalan 4 milyonu anlaşılmaz bir tutumla zamdan yoksun kaldı.
Aylığı 1000 liranın üzerinde olan 4 milyona yakın işçi ve Bağ-Kur emeklisi ayrımcılıktan ötürü haksızlığa uğradı.
Bu kitle diğerleri gibi aylıklarına seyyanen 100 lira artış bekliyor. Sosyal adaletin gereği 4 milyon emekliye de seyyanen zam yapılmalı. Aynı haksızlık 2000 öncesi emekli olan işçi ve Bağ-Kur’luları kapsayan intibak düzenlemesinde de gerçekleşmişti.
Düzenleme ile 2000 sonrası emekli olanlar kapsam dışı bırakılmış, aylıklardaki iyileştirmeden yararlanamamıştı.
Aslında haksızlıkların giderilmesi, tüm emekli aylıklarında günün koşullarına uygun iyileştirmenin yapılabilmesi için radikal bir intibak düzenlemesine gereksinim var. 1 Kasım’daki seçim emekliler adına bir sınav olacak. Bakalım emeklinin oyu yılda 2 maaş tutarında ikramiye sözü veren CHP’ye mi, yoksa “ kaynak yok” diyerek ikramiyeye soğuk bakan, bir kısım emekliye üvey evlat muamelesi yapan AKP’ye mi gidecek?
7 Haziran’da emekliden beklediği oyu alamayan CHP’nin vaatlerini gerçekleştirebilmesi için 11 milyonluk bu kitlenin desteğine ve oyuna ihtiyaç var.
2 Eylül 2015 Çarşamba
Rasgele
Dört ayı aşkın süren özlem bitti, av sezonu başladı. Hazırlıklarını tamamlayan tekneler ''vira bismillah'' nidalarıyla denizlere açılarak yeni av sezonuna merhaba dedi. Bu yıl bereketli bir sezonunun yaşanacağı belirtiliyor. Bereketli sezonun habercisi sayılan çingene palamudu erkenden tezgahlarda yerini aldı.
Geçen sezon çok kıt olan hamsinin de bu sezon bol olacağı, tüketicinin bayram yapacağı deneyimli balıkçılar tarafından dile getiriliyor.
Umarım bu gerçekleşir, tezgahlar zengin deniz ürünleri ile süslenir, balık tutkunları özlemini doyasıya giderir.
Ne var ki, üç yanı denizlerle çevrili olan Türkiye’de kişi başına
tüketilen balık miktarı Avrupa ülkelerinin bir hayli gerisinde.
AB'de 24-25 kilogram olan kişi başına yıllık balık tüketimi Türkiye'de
7.5-8 kilogram düzeyinde.
Avlanma biçimleri, ana girdi mazot fiyatının sürekli artması
balıkçılığımızı olumsuz etkiliyor.
Denetimsizce denizlerde gezinen gırgırlarla gerçekleştirilen avlanma
sonucu denizlerin kuruması, türün azalması balıkçılığa vurulan en
büyük darbe.
Nitekim yapılan araştırmalara göre son yıllarda balık miktarında yüzde 30 oranında azalma var.
Balıkçılıkta bir zamanlar parmakla gösterilen Türkiye, ne acıdır ki
bugün balık ithal eden bir ülke konumuna geldi.
Tezgahlarda boy gösteren, görünümüyle iştahları kabartan o güzelim
balıkların tamamı ülkemizde avlanmıyor.
Bilinçsizce ve hoyratça avlanmadan ötürü, Türkiye dünyanın dört bir yanından balık ithal eder hale geldi.
Türkiye, Norveç'ten somon ve uskumru, Romanya ve Bulgaristan'dan kalkan, Senegal'den lagos ile dil balığı, Gine ve Mısır'dan barbun, mercan,
Vietnam, Tayland ve Endonezya'dan karides ithal ediyor.
Üç yanı denizlerle çevrili, 8 bin 333 kilometrelik kıyı şeridi ve
177 bin 714 kilometre uzunluğundaki nehirleriyle balıkçılığa uygun bir ülke olan
Türkiye'nin balık ithal etmesi üzücü olduğu kadar da düşündürücü.
Kuşkusuz balıkçılıktaki bu olumsuz tablonun bir numaralı etmeni, denetimsiz, kuralsız, yavru balığı koruyamayan, önüne ne geldiyse ağlarına toplayan gırgırlar.
Vahşi avlanma sisteminin en belirgin örneği olan gırgırlara bir takım kurallar ve yasal düzenlemelerle denetim, hatta sınırlama getirilmeli, gerekirse belirli süre avlanmadan men edilmeli..
Balık avcılığının temel girdisi mazot fiyatının sürekli artmasından
ötürü balıkçılığa ilgi giderek azalıyor, avlanan az
miktardaki balık pahalı olarak tezgahta müşteri bekliyor.
Balıkçılar sahipsiz, yurt dışından balık ithal eder duruma geldik,
sektör zor durumda, balık severler canının çektiği balığı bulamıyor.
Bulsa bile pahalı olmasından ötürü yanına yaklaşamıyor.
Seçenek olarak piyasaya sürülen kültür balıkları ise tadı, kokusu ile
kesinlikle deniz ürünlerinin yerini alamıyor.
Çözüm ne?
Çözüm, balıkçılara uygun koşullardaki krediyle sahip çıkmak, bilinçli
avlanmaya ilişkin eğitim, teknelerin günün koşullarına uygun
teknolojik donanımlarla yenilenmesi, av yasağına uymayanlara ağır
yaptırımların uygulanmasıdır.
Bunların hayata geçirilmesi can çekişen Türk balıkçılığının yeniden
ayağa kalkmasını sağlayacak ilk adımdır.
Yoksa daha çok balıkçılığın bitmek üzere olduğunu yazar, konuşur, yurt
dışından balık ithal ederiz.
Umarım balıkçıların öngördüğü gibi, bu sezon bol balık avlanır,
tezgahlar şenlenir, balık tutkunlarının sofrasından ucuzlayan fiyatıyla
balık eksik olmaz.
Kaptan ve tayfalarına ''rasgele''.
Geçen sezon çok kıt olan hamsinin de bu sezon bol olacağı, tüketicinin bayram yapacağı deneyimli balıkçılar tarafından dile getiriliyor.
Umarım bu gerçekleşir, tezgahlar zengin deniz ürünleri ile süslenir, balık tutkunları özlemini doyasıya giderir.
Ne var ki, üç yanı denizlerle çevrili olan Türkiye’de kişi başına
tüketilen balık miktarı Avrupa ülkelerinin bir hayli gerisinde.
AB'de 24-25 kilogram olan kişi başına yıllık balık tüketimi Türkiye'de
7.5-8 kilogram düzeyinde.
Avlanma biçimleri, ana girdi mazot fiyatının sürekli artması
balıkçılığımızı olumsuz etkiliyor.
Denetimsizce denizlerde gezinen gırgırlarla gerçekleştirilen avlanma
sonucu denizlerin kuruması, türün azalması balıkçılığa vurulan en
büyük darbe.
Nitekim yapılan araştırmalara göre son yıllarda balık miktarında yüzde 30 oranında azalma var.
Balıkçılıkta bir zamanlar parmakla gösterilen Türkiye, ne acıdır ki
bugün balık ithal eden bir ülke konumuna geldi.
Tezgahlarda boy gösteren, görünümüyle iştahları kabartan o güzelim
balıkların tamamı ülkemizde avlanmıyor.
Bilinçsizce ve hoyratça avlanmadan ötürü, Türkiye dünyanın dört bir yanından balık ithal eder hale geldi.
Türkiye, Norveç'ten somon ve uskumru, Romanya ve Bulgaristan'dan kalkan, Senegal'den lagos ile dil balığı, Gine ve Mısır'dan barbun, mercan,
Vietnam, Tayland ve Endonezya'dan karides ithal ediyor.
Üç yanı denizlerle çevrili, 8 bin 333 kilometrelik kıyı şeridi ve
177 bin 714 kilometre uzunluğundaki nehirleriyle balıkçılığa uygun bir ülke olan
Türkiye'nin balık ithal etmesi üzücü olduğu kadar da düşündürücü.
Kuşkusuz balıkçılıktaki bu olumsuz tablonun bir numaralı etmeni, denetimsiz, kuralsız, yavru balığı koruyamayan, önüne ne geldiyse ağlarına toplayan gırgırlar.
Vahşi avlanma sisteminin en belirgin örneği olan gırgırlara bir takım kurallar ve yasal düzenlemelerle denetim, hatta sınırlama getirilmeli, gerekirse belirli süre avlanmadan men edilmeli..
Balık avcılığının temel girdisi mazot fiyatının sürekli artmasından
ötürü balıkçılığa ilgi giderek azalıyor, avlanan az
miktardaki balık pahalı olarak tezgahta müşteri bekliyor.
Balıkçılar sahipsiz, yurt dışından balık ithal eder duruma geldik,
sektör zor durumda, balık severler canının çektiği balığı bulamıyor.
Bulsa bile pahalı olmasından ötürü yanına yaklaşamıyor.
Seçenek olarak piyasaya sürülen kültür balıkları ise tadı, kokusu ile
kesinlikle deniz ürünlerinin yerini alamıyor.
Çözüm ne?
Çözüm, balıkçılara uygun koşullardaki krediyle sahip çıkmak, bilinçli
avlanmaya ilişkin eğitim, teknelerin günün koşullarına uygun
teknolojik donanımlarla yenilenmesi, av yasağına uymayanlara ağır
yaptırımların uygulanmasıdır.
Bunların hayata geçirilmesi can çekişen Türk balıkçılığının yeniden
ayağa kalkmasını sağlayacak ilk adımdır.
Yoksa daha çok balıkçılığın bitmek üzere olduğunu yazar, konuşur, yurt
dışından balık ithal ederiz.
Umarım balıkçıların öngördüğü gibi, bu sezon bol balık avlanır,
tezgahlar şenlenir, balık tutkunlarının sofrasından ucuzlayan fiyatıyla
balık eksik olmaz.
Kaptan ve tayfalarına ''rasgele''.
25 Ağustos 2015 Salı
Karadeniz’i Sel Aldı
Kavurucu sıcaklıkların ardından gelen serin hava bir ölçüde rahatlattı.
Rahatladık iyi de, Karadeniz yine sel felaketine uğradı.
İnsanlar selin kurbanı oldu, evler, yollar, köprüler yıkıldı, ulaşım sağlanamadı.
Serin hava beraberinde yağışları hem de aşırı yağışları getirerek Karadeniz’de yeniden doğal afete yol açtı.
Son yıllarda yaşanan mevsimsel değişiklikten ötürü aşırı sıcağın ardından sellere yol açan yağışlar, en çok Karadeniz Bölgesi’ni olumsuz etkiliyor, can alıyor.
“Yaramaz Çocuk” diye tanımlanan küresel iklimin bir türü olan “El Nino”, yaz mevsiminde hem bunaltan sıcaklıklara, hem de sellere yol açan yağışlara neden oluyor.
Aslında sel Karadeniz’in yazgısı.
Karadeniz ile sel birbiriyle özdeşleşmiş iki sözcük gibi.
Önceki yıllarda Trabzon Maçka, Rize, Samsun, Fatsa, Ünye ve diğer yerleşim birimlerinde onlarca can alan doğal afet bu kez Artvin’i vurarak, 7 kişiyi yaşamdan kopardı.
50 yılın en büyük faciası olduğu belirtilen sel, Artvin’de önüne ne geldiyse sildi süpürdü, yıkıp geçti.
İhmal, duyarsızlık, inatlaşma ve sorumsuzluk her yıl istenmeyen bu facialara yol açıyor.
Aşırı yağış alan bir bölgede dere yatağına ev yapan anlayış, buna izin veren sorumsuzluk, halkın karşı çıkmasına karşın her dereye, ırmağa inatla yapılan HES’ler böylesi facialara vize veriyor.
Termik santrallerin atmosfere saldığı sera gazları da küresel iklimi yaratıyor.
Her yıl tekrarlanan faciadan ne yazık ki gerekli dersler alınmıyor, alınamıyor.
Zaten Türkiye doğal afetlerin en fazla zarar verdiği ve vereceği bir ülke.
1999 depreminin ardından yıllar geçti, uzmanlar yırtınırcasına “felaket geldi, geliyor” diye bağırıyor. Ama bu çığlığı ne duyan , ne de yeterli önlemleri alan var.
Doğal afetin ne zaman geleceği belli olmaz.
Ancak buna karşı alınacak önlemler de ihmale gelmez.
Bu kadar yaşanan acı deneyimlere karşın, neden önlemler ihmal ediliyor, neden dere yatağına konut izni veriliyor, neden ırmaklar, dereler gerekli şekilde ıslah edilmiyor, derelerin akış güzergahını değiştiren, doğal yatağını bozan HES’ler neden hala kuruluyor anlamak mümkün değil.
Bölge insanı bile bile adeta ölüme davetiye çıkarırcasına, “Bir şey olmaz” mantığı ile sele açık alanlara konut yapıyor, yerel yönetimler de bu konutlara ruhsat , dereleri kurutan HES’lere ÇED raporu veriliyor, sel felaketi can aldıktan, yıkıp geçtikten sonra da bazı şeyleri sorgulamaya başlıyoruz.
Yani iş geçtikten sonra konuşuyor, yazıyor, çareler aramaya başlıyoruz.
Elbette ki doğal afetin ne zaman, nereden geleceği bilinmez.
Ancak önceden önlemler alınabilir, eksiklikler giderilebilir, insanlar bilgilendirilebilir.
Sel artık Karadenizlinin yazgısı olmaktan çıkarılmalı, bu doğal afete karşı koruyucu önlemler ivedilikle hayata geçirilmeli.
Yoksa gelecekte de sel daha çok canlar alır, yine dövünüp dururuz.
Türküdeki gibi Çarşamba’yı da, Karadeniz’i de sel almasın.
Yerleşim birimlerinin alt yapısını sağlıklı şekilde yapamayan, dere yataklarına imar izni veren, sele karşı yeterli önlemi alamayan yerel yöneticilere birilerinin ‘’istifa’’ sözcüğünü anımsatmasında yarar olacağını düşünsem de bu sözcüğün Belediye Başkanlarının lugatında bulunmadığına da eminim.
Japonya ve bazı Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasındaki en önemli fark da bu olsa gerek.
Serin hava beraberinde yağışları hem de aşırı yağışları getirerek Karadeniz’de yeniden doğal afete yol açtı.
Son yıllarda yaşanan mevsimsel değişiklikten ötürü aşırı sıcağın ardından sellere yol açan yağışlar, en çok Karadeniz Bölgesi’ni olumsuz etkiliyor, can alıyor.
“Yaramaz Çocuk” diye tanımlanan küresel iklimin bir türü olan “El Nino”, yaz mevsiminde hem bunaltan sıcaklıklara, hem de sellere yol açan yağışlara neden oluyor.
Aslında sel Karadeniz’in yazgısı.
Karadeniz ile sel birbiriyle özdeşleşmiş iki sözcük gibi.
Önceki yıllarda Trabzon Maçka, Rize, Samsun, Fatsa, Ünye ve diğer yerleşim birimlerinde onlarca can alan doğal afet bu kez Artvin’i vurarak, 7 kişiyi yaşamdan kopardı.
50 yılın en büyük faciası olduğu belirtilen sel, Artvin’de önüne ne geldiyse sildi süpürdü, yıkıp geçti.
İhmal, duyarsızlık, inatlaşma ve sorumsuzluk her yıl istenmeyen bu facialara yol açıyor.
Aşırı yağış alan bir bölgede dere yatağına ev yapan anlayış, buna izin veren sorumsuzluk, halkın karşı çıkmasına karşın her dereye, ırmağa inatla yapılan HES’ler böylesi facialara vize veriyor.
Termik santrallerin atmosfere saldığı sera gazları da küresel iklimi yaratıyor.
Her yıl tekrarlanan faciadan ne yazık ki gerekli dersler alınmıyor, alınamıyor.
Zaten Türkiye doğal afetlerin en fazla zarar verdiği ve vereceği bir ülke.
1999 depreminin ardından yıllar geçti, uzmanlar yırtınırcasına “felaket geldi, geliyor” diye bağırıyor. Ama bu çığlığı ne duyan , ne de yeterli önlemleri alan var.
Doğal afetin ne zaman geleceği belli olmaz.
Ancak buna karşı alınacak önlemler de ihmale gelmez.
Bu kadar yaşanan acı deneyimlere karşın, neden önlemler ihmal ediliyor, neden dere yatağına konut izni veriliyor, neden ırmaklar, dereler gerekli şekilde ıslah edilmiyor, derelerin akış güzergahını değiştiren, doğal yatağını bozan HES’ler neden hala kuruluyor anlamak mümkün değil.
Bölge insanı bile bile adeta ölüme davetiye çıkarırcasına, “Bir şey olmaz” mantığı ile sele açık alanlara konut yapıyor, yerel yönetimler de bu konutlara ruhsat , dereleri kurutan HES’lere ÇED raporu veriliyor, sel felaketi can aldıktan, yıkıp geçtikten sonra da bazı şeyleri sorgulamaya başlıyoruz.
Yani iş geçtikten sonra konuşuyor, yazıyor, çareler aramaya başlıyoruz.
Elbette ki doğal afetin ne zaman, nereden geleceği bilinmez.
Ancak önceden önlemler alınabilir, eksiklikler giderilebilir, insanlar bilgilendirilebilir.
Sel artık Karadenizlinin yazgısı olmaktan çıkarılmalı, bu doğal afete karşı koruyucu önlemler ivedilikle hayata geçirilmeli.
Yoksa gelecekte de sel daha çok canlar alır, yine dövünüp dururuz.
Türküdeki gibi Çarşamba’yı da, Karadeniz’i de sel almasın.
Yerleşim birimlerinin alt yapısını sağlıklı şekilde yapamayan, dere yataklarına imar izni veren, sele karşı yeterli önlemi alamayan yerel yöneticilere birilerinin ‘’istifa’’ sözcüğünü anımsatmasında yarar olacağını düşünsem de bu sözcüğün Belediye Başkanlarının lugatında bulunmadığına da eminim.
Japonya ve bazı Avrupa ülkeleri ile Türkiye arasındaki en önemli fark da bu olsa gerek.
17 Ağustos 2015 Pazartesi
Uzungöl Araplara ve Betona Teslim
Karadeniz’in gözde turizm merkezi Uzungöl adeta betona ve Arap turistlere teslim olmuş.
Çok değil 10 yıl önce bakir bir yapıya sahip Uzungöl’ü çevreleyen dağ yamaçlarına geçen süreçte birileri daha fazla para kazansın, karına kar katsın diye pıtrak gibi turistik tesisler kondurulmuş.
Daha önceki Belediye Başkanı hatır uğruna her isteyene otel yapımı ruhsatı verince olanlar olmuş yeşil doğanın böğrünü ucube binalar istila etmiş.
Sadece bu tesisler değil, yeme-içme kültürü çok farklı olan, hijyenik kurallara önem vermeyen Arap turistler de neredeyse Karadeniz’in bu cennet köşesini istila etmiş.
Uzungöl’ü ziyaret edenlerin çoğunluğunu Arap turistler oluşturduğundan çevre kirliliği de bir hayli fazla.
Esnaf da daha fazla kazanayım diye, her şeyin fiyatını anormal derecede pahallı.
Nasıl olsa Araplara istediği fiyattan her şeyi satıyor.
Onların gözünde varsa yoksa yabancılar özellikle Suudi Arabistan, Katar ve İran'dan gelenler.
Tabii bu arada olan, yerli turiste oluyor.
Pahalı diye itiraz ettiğimiz satıcı, “ Yabancılar geldi böyle oldu. Onlara istediğimiz fiyattan satıyoruz” diyerek turisti yolunacak kaz gibi gördüğünü de itiraf etmiş oldu.
Esnafa “ Neden bu kadar yapılaşmaya izin verildi” diye sorduğumuzda eli ile işaret ederek, “Burada her şey paraya endeksli. Bu fırsatı değerlendirmemiz lazım” diye karşılık veriyor.
Kısaca parası bol, temizlik yoksulu Arap turistler, aşırı para kazanma iştahındaki esnaf ve çevreyi gözardı ederek her isteyene yapı ruhsatı veren anlayış, turizmin göz bebeği Uzungöl’ü yok olmaya doğru sürüklüyor.
Bu anlayış sürdüğü müddetçe ki öyle görünüyor, gelecekte dört bir yanı beton yığınları ile çevrili, kirlenmiş ve küçülmüş bir göl kalacak.
O zaman da bu turisti arayıp bulamayacaksınız.
Birilerinin bu yanlışa, aşırı para kazanma hırsına, yeşili katletmesine “dur” demesi lazım.
Çok değil 10 yıl önce bakir bir yapıya sahip Uzungöl’ü çevreleyen dağ yamaçlarına geçen süreçte birileri daha fazla para kazansın, karına kar katsın diye pıtrak gibi turistik tesisler kondurulmuş.
Daha önceki Belediye Başkanı hatır uğruna her isteyene otel yapımı ruhsatı verince olanlar olmuş yeşil doğanın böğrünü ucube binalar istila etmiş.
Sadece bu tesisler değil, yeme-içme kültürü çok farklı olan, hijyenik kurallara önem vermeyen Arap turistler de neredeyse Karadeniz’in bu cennet köşesini istila etmiş.
Uzungöl’ü ziyaret edenlerin çoğunluğunu Arap turistler oluşturduğundan çevre kirliliği de bir hayli fazla.
Esnaf da daha fazla kazanayım diye, her şeyin fiyatını anormal derecede pahallı.
Nasıl olsa Araplara istediği fiyattan her şeyi satıyor.
Onların gözünde varsa yoksa yabancılar özellikle Suudi Arabistan, Katar ve İran'dan gelenler.
Tabii bu arada olan, yerli turiste oluyor.
Pahalı diye itiraz ettiğimiz satıcı, “ Yabancılar geldi böyle oldu. Onlara istediğimiz fiyattan satıyoruz” diyerek turisti yolunacak kaz gibi gördüğünü de itiraf etmiş oldu.
Esnafa “ Neden bu kadar yapılaşmaya izin verildi” diye sorduğumuzda eli ile işaret ederek, “Burada her şey paraya endeksli. Bu fırsatı değerlendirmemiz lazım” diye karşılık veriyor.
Kısaca parası bol, temizlik yoksulu Arap turistler, aşırı para kazanma iştahındaki esnaf ve çevreyi gözardı ederek her isteyene yapı ruhsatı veren anlayış, turizmin göz bebeği Uzungöl’ü yok olmaya doğru sürüklüyor.
Bu anlayış sürdüğü müddetçe ki öyle görünüyor, gelecekte dört bir yanı beton yığınları ile çevrili, kirlenmiş ve küçülmüş bir göl kalacak.
O zaman da bu turisti arayıp bulamayacaksınız.
Birilerinin bu yanlışa, aşırı para kazanma hırsına, yeşili katletmesine “dur” demesi lazım.
16 Ağustos 2015 Pazar
Sıcak Hava Bunaltırken
Meteoroloji ve bilim insanlarının daha önceden açıkladığı gibi Türkiye son yılların en sıcak yaz mevsimini yaşıyor.
Haziran ayının ardından bastıran aşırı sıcak hava neredeyse nefes aldırmıyor.
O denli bunaltıcı, o denli yakıcı bu yılki yaz mevsimi.
Bilim insanlarına göre, Türkiye’yi gelecekte daha da sıcak bir iklim bekliyormuş.
Anlaşılan bugünkü bunaltan aşırı sıcağı bile mumla arayacağız.
Son yıllarda dünyayı olumsuz etkileyen küresel iklim neden kaynaklanıyor derseniz!
Kuşkusuz buna verilecek öncelikli yanıt, insanoğlunun kendisine cömert davrandığı, adeta yaşam sunduğu doğayı, çevreyi, yeşil bitki örtüsünü katletmesi, kirletmesi, koruyamaması.
Bazılarının küçümsediği, bıyık altından güldüğü, şiddet ve tepki gösterdiği “çevreci” örgütlerin, kişilerin neden doğayı korumaya çalıştığı, termik santrallere karşı neden mücadele ettiği şu sıcak günlerde çok iyi anlaşılacaktır umarım.
Kuşkusuz doğayı kirleten en önemli etken fosil yakıt olarak tanımlanan kömür ve petrol türevleri ile çalışan enerji santralleri.
Fosil yakıtlar, enerji üretimi ve tüketimini artırması, ekonomiyi büyütmesine karşılık çevreye aşırı oranda zarar vermektedir.
Çünkü fosil yakıtlarla çalışan enerji üretim merkezleri, küresel ısınmaya yol açan sera gazını havaya salmakta, bu da küresel iklim denilen aşırı sıcak havayı oluşturmaktadır.
Uzmanların da işaret ettiği gibi, gelecekte çevreyi, yeşili daha çok erozyona uğratacak fosil yakıtla enerji üretimi yerine, yenilenebilir kaynaklara yönelmek tek çözüm.
Yenilenebilir enerjiyi oluşturan rüzgar ve güneş fazlasıyla ülkemizde mevcut.
Türkiye’de enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 87’si fosil yakıtlardan, yüzde 6’sı odundan, yüzde 4’ü hidrolik, yüzde 3’ü ise yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanıyor.
Oysa rüzgarı ve güneşi bol olan Türkiye’nin bu kaynaklardan daha fazla yararlanması, fosil yakıt yerine buraya yönelmesi gerekiyor.
Zaten dünyada çoğu ülke çok önceden rüzgar ve güneşten yararlanmaya başladı bile.
Ülke olarak bu konuda çok geç kaldık.
Türkiye’nin elektrik tüketiminde dünyada Çin’den sonra ikinci ülke olduğu, kendi kaynakları ile bu tüketimin ancak yüzde 28’ini karşılayabildiği dikkate alınırsa güneş ve rüzgar enerjisinin önemi bir kez ortaya çıkıyor.
Ayrıca fosil yakıtlarla enerji üreten Türkiye kömür ithalatı için tonlarca parayı da diğer ülkelere akıtıyor.
Yenilenebilir enerjinin yaygınlaşması ile hem fosil yakıtın çevreye verdiği zarardan kurtulacağız, bir o adar da tasarruf etmiş olacağız.
Fosil yakıt tehlikesini, güneş ve rüzgarın potansiyelinin ayırtına yeni varmamıza karşın, özellikle Ege’de rüzgar tribünleri yaygınlaşıyor, enerji üretiliyor.
Temiz ve yeşil bir çevre için daha çok yenilenebilir enerjiye gereksinmemiz var.
Yoksa fosil yakıtta ısrar sürerse gelecekte bizi daha da sıcak, kavurucu günler bekliyor olacak, yeşil bitki örtüsü sararıp yok olmaya doğru yönelecek.
İşte bu nedenlerden, tehlikeden ötürü çevre için mücadele edenleri kınamayın, küçümsemeyin, aksine onlara sahip çıkın.
Haziran ayının ardından bastıran aşırı sıcak hava neredeyse nefes aldırmıyor.
O denli bunaltıcı, o denli yakıcı bu yılki yaz mevsimi.
Bilim insanlarına göre, Türkiye’yi gelecekte daha da sıcak bir iklim bekliyormuş.
Anlaşılan bugünkü bunaltan aşırı sıcağı bile mumla arayacağız.
Son yıllarda dünyayı olumsuz etkileyen küresel iklim neden kaynaklanıyor derseniz!
Kuşkusuz buna verilecek öncelikli yanıt, insanoğlunun kendisine cömert davrandığı, adeta yaşam sunduğu doğayı, çevreyi, yeşil bitki örtüsünü katletmesi, kirletmesi, koruyamaması.
Bazılarının küçümsediği, bıyık altından güldüğü, şiddet ve tepki gösterdiği “çevreci” örgütlerin, kişilerin neden doğayı korumaya çalıştığı, termik santrallere karşı neden mücadele ettiği şu sıcak günlerde çok iyi anlaşılacaktır umarım.
Kuşkusuz doğayı kirleten en önemli etken fosil yakıt olarak tanımlanan kömür ve petrol türevleri ile çalışan enerji santralleri.
Fosil yakıtlar, enerji üretimi ve tüketimini artırması, ekonomiyi büyütmesine karşılık çevreye aşırı oranda zarar vermektedir.
Çünkü fosil yakıtlarla çalışan enerji üretim merkezleri, küresel ısınmaya yol açan sera gazını havaya salmakta, bu da küresel iklim denilen aşırı sıcak havayı oluşturmaktadır.
Uzmanların da işaret ettiği gibi, gelecekte çevreyi, yeşili daha çok erozyona uğratacak fosil yakıtla enerji üretimi yerine, yenilenebilir kaynaklara yönelmek tek çözüm.
Yenilenebilir enerjiyi oluşturan rüzgar ve güneş fazlasıyla ülkemizde mevcut.
Türkiye’de enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 87’si fosil yakıtlardan, yüzde 6’sı odundan, yüzde 4’ü hidrolik, yüzde 3’ü ise yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanıyor.
Oysa rüzgarı ve güneşi bol olan Türkiye’nin bu kaynaklardan daha fazla yararlanması, fosil yakıt yerine buraya yönelmesi gerekiyor.
Zaten dünyada çoğu ülke çok önceden rüzgar ve güneşten yararlanmaya başladı bile.
Ülke olarak bu konuda çok geç kaldık.
Türkiye’nin elektrik tüketiminde dünyada Çin’den sonra ikinci ülke olduğu, kendi kaynakları ile bu tüketimin ancak yüzde 28’ini karşılayabildiği dikkate alınırsa güneş ve rüzgar enerjisinin önemi bir kez ortaya çıkıyor.
Ayrıca fosil yakıtlarla enerji üreten Türkiye kömür ithalatı için tonlarca parayı da diğer ülkelere akıtıyor.
Yenilenebilir enerjinin yaygınlaşması ile hem fosil yakıtın çevreye verdiği zarardan kurtulacağız, bir o adar da tasarruf etmiş olacağız.
Fosil yakıt tehlikesini, güneş ve rüzgarın potansiyelinin ayırtına yeni varmamıza karşın, özellikle Ege’de rüzgar tribünleri yaygınlaşıyor, enerji üretiliyor.
Temiz ve yeşil bir çevre için daha çok yenilenebilir enerjiye gereksinmemiz var.
Yoksa fosil yakıtta ısrar sürerse gelecekte bizi daha da sıcak, kavurucu günler bekliyor olacak, yeşil bitki örtüsü sararıp yok olmaya doğru yönelecek.
İşte bu nedenlerden, tehlikeden ötürü çevre için mücadele edenleri kınamayın, küçümsemeyin, aksine onlara sahip çıkın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)