Siyasetin son günlerdeki tartışma başlıklarından biri de emekliler oldu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidar olmaları halinde ‘’Emeklilere dini bayramlarda birer aylık tutarında ikramiye ödeyeceğiz’’ vaadi ve bunu noter belgesi ile güvence altına alması, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve hükümet çevrelerince ‘’hayal’’ olarak nitelendirildi.
Bu vaat iktidarın karşı çıktığı gibi hiç de hayal değil.
Emeklilere yılda 2 ikramiye ödenebilmesi için gerekli kaynak istenirse pekala yaratılabilir.
Hükümetin ‘’kaynak yok’’diye görmezden geldiği, ötelediği emekliye ikramiye ödenebilmesi, ya da aylıklarında iyileştirme yapılabilmesi için kaynak var aslında.
O kaynak, kayıt dışı çalışan 9 milyon kişinin kayıt altına alınmasıyla oluşacak para.
Türkiye’de 9 milyon kişinin kayıt dışı istihdamından, dolayısıyla toplanamayan sosyal güvenlik primi ve vergiden ötürü devletin yıllık kaybı ortalama 50 milyar lira düzeyinde.
Eğer 9 milyon kişi çok sıkı bir denetim ile yürürlükteki asgari ücret baz alınarak (2015’in ilk altı ayında brüt 1202, ikinci 6 ayında brüt 1274 lira) kayıt altına alınırsa devletin yılda 50 milyar liraya yakın bir geliri söz konusu olacak.
Buradan sağlanacak para ile de yaklaşık 10 milyon emeklinin aylığında göreceli bir artış yapılabilir.
Ya da emekliye iki dini bayramda birer maaş tutarında ikramiye ödenebilir.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim vaadi olarak gündeme getirdiği “emekliye yılda 2 ikramiye ödeyeceğiz” açıklamalarına ilgili bakanlar böyle bir ödemenin yıllık 25 milyar lirayı bulabileceğini, ekonomik dengeleri bozacağını savunarak karşı çıkıyor, hayal ürünü olarak değerlendiriyorlar.
Zaten hükümet seçime yönelik açıkladığı paketlerde emekliyi unuttu. Onların sorunlarını taleplerini ağzına bile almıyor.
Oysa ortada kayıt altına alınmayı bekleyen 9 milyon kaçak çalışan işçi var.
Gelin hem kaçak çalışan bu işçileri sosyal güvenceye kavuşturun, hem de buradan gelecek kaynak ile emeklileri sevindirin.
Yine kamu maliyesinin disiplin altına alınması ile ikramiyeler için gerekli olan 25 milyarlık para sağlanabilir.
Sanırım, hükümet bunun hesabını bizden daha iyi yapabilir.
Ama burada siyasi kararlılık ve içtenlik önemli.
Kaynak yok diyenlere; işte kaynak, gözünüzün önünde duruyor.
Aslında Türkiye’nin kanayan yarası kayıt dışı istihdam ve bu çalışmadan ötürü yitirilen 50 milyar liralık gelir.
Kayıt dışı istihdamdan hem sosyal güvenlikten yoksun ucuz işgücü olarak çalıştırılan işçi, hem vergisini primini düzenleyen işveren, hem de prim ve vergi kaybı olan devlet yakınmaktadır.
Çığ gibi artan işsizlik, toplumda giderek yaygınlaşan yoksulluk kayıt dışı istihdamı besliyor, mantar gibi üremesine yol açıyor.
Savaştan kaçarak Türkiye’ye gelen 2 milyona yakın Suriyelilerin günlük 20-30 lira gibi çok düşük ücretle sigortasız çalıştırılması da kayıt dışı istihdamı artırıyor.
Açıklanan onca mücadele paketlerine karşın, bir türlü önü alınamıyor, her geçen gün yayılarak artıyor kayıt dışı istihdam.
Türkiye’nin kanayan yarası olan kayıt dışı istihdama karşı topyekün mücadele ile çok ağır denetimler, hapse varan ağır yaptırımlar, yasal düzenlemeler getirilirse önü kesilebilir, en önemlisi çığ gibi artan işsizliğin durdurulması ile bu vahşi çalışma sistemi engellenebilir.
.
29 Mart 2015 Pazar
23 Mart 2015 Pazartesi
Çanakkale'den Son Mektup
Kurtuluş Savaşı’nın şanlı destanıdır Çanakkale Zaferi.
Bir ulusun yokluk, yoksulluk içinde emperyalist güçlere karşı onur, özgürlük, yoktan var olma, direniş mücadelesidir Çanakkale Zaferi.
Tarihte eşine az rastlanır bir kahramanlık destanıdır Çanakkale Zaferi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü doğuran, Türk ulusuna armağan eden bir başarı öyküsüdür Çanakkale Zaferi.
Nusrat Mayın gemisi, kaptan Hakkı, Yüzbaşı Salih Ekrem, 215 kiloluk bombayı tek başına sırtlayan Seyit Onbaşı ile yüz binlerce şehit vatan evladının destanıdır Çanakkale Zaferi
Hor görülen, aşağılanan, yurdu işgal edilmek istenen mazlum bir ulusun “Çanakkale Geçilmez” destanını yazdığı kahramanlık başarısıdır bu yıl göğsümüzü kabartarak 100. yılını kutladığımız Çanakkale Zaferi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin birincilik diploması olan Çanakkale Zaferi’nin 100.yılında yönetmen Özhan Eren, “Çanakkale:Son Mektup” filmi ile bu başarıyı bir kez daha beyaz perdeye taşımış.
Özhan Eren “Çanakkale:Son Mektup”la kahramanlık öyküsünü kendi bakış açısı ile seyirciye sunmuş.
1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Türkler de kendilerini harbin içinde bulur.
Savaşta Almanya ile birlikte hareket eden Osmanlı İmparatorluğu tarihte son yıllarını yaşamaktadır.
Filmde bir yanda gönüllü olarak Çanakkale’ye giden Nihal hemşirenin (Nesrin Cevadzade) cephede tanıştığı pilot Yüzbaşı Salih Ekrem’le (Tansel Öngel) kimsesiz Fuat isimli çocuğu koruma amacıyla birbirlerine yakınlaşması, aşkı anlatılırken, diğer yanda kahraman askerlerin tarihi başarısına yer veriliyor.
18 Mart’a kadar süren çatışmalarda Salih Ekrem Yüzbaşı, Nihal Hemşire, Nusrat Mayın Gemisi’nin Kaptanı Hakkı Yüzbaşı, Doktor Ragıp Yüzbaşı ve Erika Hemşire bir yandan bütün gayretleri ile vatan müdafaasına koşarken, diğer yandan da ayrılmaz dostluklar kurarlar.
Özhan Eren, “Çanakkale:Son Mektup”ta da 100 yıllık destanı beyaz perdeye iyi niyetli taşımasına karşın, bazı sahneler amatörce, tiyatro tadında çekilmiş gibi.
Özhan Eren’in iyi niyetli çabası, Çanakkale’nin ne olduğunu, savaşın nasıl kazanıldığını genç nesle göstermesi adına eli yüzü düzgün seyredilesi bir film “Çanakkale: Son Mektup”.
Bu denli emek ve masraf ile çekilen filmin tek kusuru , Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e yeteri kadar vurgu yapılmaması, sadece bir sahnede adının geçmesi.
Bir ulusun yokluk, yoksulluk içinde emperyalist güçlere karşı onur, özgürlük, yoktan var olma, direniş mücadelesidir Çanakkale Zaferi.
Tarihte eşine az rastlanır bir kahramanlık destanıdır Çanakkale Zaferi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü doğuran, Türk ulusuna armağan eden bir başarı öyküsüdür Çanakkale Zaferi.
Nusrat Mayın gemisi, kaptan Hakkı, Yüzbaşı Salih Ekrem, 215 kiloluk bombayı tek başına sırtlayan Seyit Onbaşı ile yüz binlerce şehit vatan evladının destanıdır Çanakkale Zaferi
Hor görülen, aşağılanan, yurdu işgal edilmek istenen mazlum bir ulusun “Çanakkale Geçilmez” destanını yazdığı kahramanlık başarısıdır bu yıl göğsümüzü kabartarak 100. yılını kutladığımız Çanakkale Zaferi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin birincilik diploması olan Çanakkale Zaferi’nin 100.yılında yönetmen Özhan Eren, “Çanakkale:Son Mektup” filmi ile bu başarıyı bir kez daha beyaz perdeye taşımış.
Özhan Eren “Çanakkale:Son Mektup”la kahramanlık öyküsünü kendi bakış açısı ile seyirciye sunmuş.
1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Türkler de kendilerini harbin içinde bulur.
Savaşta Almanya ile birlikte hareket eden Osmanlı İmparatorluğu tarihte son yıllarını yaşamaktadır.
Filmde bir yanda gönüllü olarak Çanakkale’ye giden Nihal hemşirenin (Nesrin Cevadzade) cephede tanıştığı pilot Yüzbaşı Salih Ekrem’le (Tansel Öngel) kimsesiz Fuat isimli çocuğu koruma amacıyla birbirlerine yakınlaşması, aşkı anlatılırken, diğer yanda kahraman askerlerin tarihi başarısına yer veriliyor.
18 Mart’a kadar süren çatışmalarda Salih Ekrem Yüzbaşı, Nihal Hemşire, Nusrat Mayın Gemisi’nin Kaptanı Hakkı Yüzbaşı, Doktor Ragıp Yüzbaşı ve Erika Hemşire bir yandan bütün gayretleri ile vatan müdafaasına koşarken, diğer yandan da ayrılmaz dostluklar kurarlar.
Özhan Eren, “Çanakkale:Son Mektup”ta da 100 yıllık destanı beyaz perdeye iyi niyetli taşımasına karşın, bazı sahneler amatörce, tiyatro tadında çekilmiş gibi.
Özhan Eren’in iyi niyetli çabası, Çanakkale’nin ne olduğunu, savaşın nasıl kazanıldığını genç nesle göstermesi adına eli yüzü düzgün seyredilesi bir film “Çanakkale: Son Mektup”.
Bu denli emek ve masraf ile çekilen filmin tek kusuru , Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’e yeteri kadar vurgu yapılmaması, sadece bir sahnede adının geçmesi.
16 Mart 2015 Pazartesi
Filozof İstanbul’a da Karşı
İlk filminde kendine özgü üslubu,ile düzeni eleştiren Mustafali, bu kez İstanbul’da her şeye karşı.
Senarist Birol Güven’in yarattığı “’Mandıra Filozofu”nun geçen yıl gişede çok başarılı olması üzerine devamı çekilen “Mandıra Filozofu İstanbul ” seyirci ile buluştu.
Geçen yıl 1 milyon seyirciyi salonlara çeken birinci filmin devamı niteliğindeki ikinci filmde de Mustafali (Müfit Can Saçıntı) yine yoğun bir kapitalizm eleştirisinde bulunuyor, adeta düzeni sorguluyor.
Babasının yoğun bakımda olduğu haberi üzerine annesi Gülfidan (Gülnihal Demir) ve emlakçı dostu (Kemal Karaçay) ile birlikte İstanbul’a gelen Mustafali , burada modern dünyanın insanlara dayattığı kurallara karşı çıkarak, kent insanının yaşam tarzını, ezberlerini bozuyor.
Paranın kapitalizmin bir ürünü olduğunu, sadece bu güce tapınmanın sevgiyi, barış getirmeyeceğini işyerinde çalıştığı patrona (Birol Güven) da kendi özgün fikirleri ile anlatan ve benimseten Mustafali, büyük kente gelerek öz benliğinden uzaklaşan üniversite öğrencisi kuzenini de (Uğur Alibaşoğlu) etkileyici sözlerle özeleştiriye yöneltiyor.
Her geçen gün devasa kulelerle betonlaşan, göç alan İstanbul’a ekonomik sıkıntıdan dev kentin altında kalarak ezilen sıradan insanların yaşamlarına dikkat çeken, gittikçe ticarileşen eğitim ve sağlık sistemine eleştirel bir bakış getiren “Mandıra Filozofu İstanbul” da Mustafali’nin modern dünya ile hesaplaşması anlatılıyor.
“Bir lokma bir hırka” düsturuna sahip, hırslarından arınmış Mustafali, İstanbul ve onun dayattığı acımasız yaşam kurallarıyla hesaplaştıktan sonra, annesi ve sağlığına kavuşan babasıyla birlikte kendi halinde doğa ile baş başa mütevazi bir yaşam sürdürdüğü Bodrum’un Çökertme köyüne doğru yol alıyor.
Yönetmenliğini Müfit Can Saçıntı, senaryosunu ve yapımcılığını Birol Güven’in üstlendiği , yaşama farklı bir pencereden bakan “Mandıra Filozofu İstanbul” anlattığı öykü ile öne çıkan bir seyirlik.
İzlerken düşündüren, sevginin, kardeşliğin, dayanışmanın, özverinin önemini yeniden anımsatan, doğru mesajlar veren, zaman zaman seyirciyi duygulandıran, insani değerlere vurgu yapan bir film “Mandıra Filozofu İstanbul”.
İstanbul’un beton yığınına dönüşmesine eleştiri getirilen filmde yıkılan Emek Sineması, kapatılan İnci Pastanesi ve Gezi Parkı’na göndermede de bulunuluyor.
Umarım, seyirci birincisi gibi bu filme de ilgi gösterir.
Senarist Birol Güven’in yarattığı “’Mandıra Filozofu”nun geçen yıl gişede çok başarılı olması üzerine devamı çekilen “Mandıra Filozofu İstanbul ” seyirci ile buluştu.
Geçen yıl 1 milyon seyirciyi salonlara çeken birinci filmin devamı niteliğindeki ikinci filmde de Mustafali (Müfit Can Saçıntı) yine yoğun bir kapitalizm eleştirisinde bulunuyor, adeta düzeni sorguluyor.
Babasının yoğun bakımda olduğu haberi üzerine annesi Gülfidan (Gülnihal Demir) ve emlakçı dostu (Kemal Karaçay) ile birlikte İstanbul’a gelen Mustafali , burada modern dünyanın insanlara dayattığı kurallara karşı çıkarak, kent insanının yaşam tarzını, ezberlerini bozuyor.
Paranın kapitalizmin bir ürünü olduğunu, sadece bu güce tapınmanın sevgiyi, barış getirmeyeceğini işyerinde çalıştığı patrona (Birol Güven) da kendi özgün fikirleri ile anlatan ve benimseten Mustafali, büyük kente gelerek öz benliğinden uzaklaşan üniversite öğrencisi kuzenini de (Uğur Alibaşoğlu) etkileyici sözlerle özeleştiriye yöneltiyor.
Her geçen gün devasa kulelerle betonlaşan, göç alan İstanbul’a ekonomik sıkıntıdan dev kentin altında kalarak ezilen sıradan insanların yaşamlarına dikkat çeken, gittikçe ticarileşen eğitim ve sağlık sistemine eleştirel bir bakış getiren “Mandıra Filozofu İstanbul” da Mustafali’nin modern dünya ile hesaplaşması anlatılıyor.
“Bir lokma bir hırka” düsturuna sahip, hırslarından arınmış Mustafali, İstanbul ve onun dayattığı acımasız yaşam kurallarıyla hesaplaştıktan sonra, annesi ve sağlığına kavuşan babasıyla birlikte kendi halinde doğa ile baş başa mütevazi bir yaşam sürdürdüğü Bodrum’un Çökertme köyüne doğru yol alıyor.
Yönetmenliğini Müfit Can Saçıntı, senaryosunu ve yapımcılığını Birol Güven’in üstlendiği , yaşama farklı bir pencereden bakan “Mandıra Filozofu İstanbul” anlattığı öykü ile öne çıkan bir seyirlik.
İzlerken düşündüren, sevginin, kardeşliğin, dayanışmanın, özverinin önemini yeniden anımsatan, doğru mesajlar veren, zaman zaman seyirciyi duygulandıran, insani değerlere vurgu yapan bir film “Mandıra Filozofu İstanbul”.
İstanbul’un beton yığınına dönüşmesine eleştiri getirilen filmde yıkılan Emek Sineması, kapatılan İnci Pastanesi ve Gezi Parkı’na göndermede de bulunuluyor.
Umarım, seyirci birincisi gibi bu filme de ilgi gösterir.
5 Mart 2015 Perşembe
Önce İş Güvenliği
İsveç’teki iş kazasında işçilerin yaşam odaları sayesinde burnu bile kanamadan hayatta kalması, çalışma yaşamımızda önceliğin Kıdem Tazminatı Fonu değil, iş güvenliği olduğunu açıkça gösterdi.
3 Mart 1992’de Zonguldak’taki grizu faciasında yaşamını yitiren 263 maden emekçisini anmak ve iş cinayetlerine dikkat çekmek amacıyla ‘’ 3 Mart İş Cinayetlerine Karşı Mücadele Günü’’de İsveç’ten gelen haber yüzümüze tokat gibi indi.
Maden ocağındaki yangında 166 işçi yaşam odaları sığınarak hayata tutunurken, Soma ve Ermenek’teki ocaklarda yaşam odalarının bulunmamasından yüzlerce emekçi canını yitirdi.
Biri olumlu, biri olumsuz bu iki örnek ülkemizde emekçiye verilen değeri bir kez daha gözler önüne serdi.
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) 1995 yılında kabul ettiği madencilerin güvenliğine ilişkin 176 sayılı sözleşmeyi Türkiye 20 yıl savsakladı.
Sözleşme ancak Soma ve Ermenek’teki kitlesel ölümlerin ardından 20 yıl sonra kabul edilerek çalışma mevzuatına girebildi.
Madenciler adına son derece yaşamsal önemi olan bu sözleşmenin kabul edilmesi için illa yüzlerce emekçinin ölmesi mi gerekiyordu?
Eğer, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) madencilerin güvenliğine ilişkin 176 sayılı sözleşmesini 20 yıl sonra çalışma mevzuatına alırsanız madenlerde kitlesel ölümler kaçınılmaz olur.
Eğer, maden ocaklarında yaşam odalarının kurulmasını mecburi hale getirmezseniz, Soma ve Ermenek’te olduğu gibi iş cinayetlerinde yüzlerce emekçi yaşamını yitirmeye devam eder.
Eğer, TBMM Komisyonunda iş güvenliğine ilişkin düzenlemeleri de içeren torba yasa tasarısında emekçiler aleyhine, işveren lehine değişiklik yaparsanız iş cinayetleri günde ortalama 5 emekçinin canını almayı sürdürür.
Soma, Ermenek ve diğer ocaklarda yaşam odaları olsaydı yerin yüzlerce metre altında kazma sallayan Anadolu’nun çilekeş emekçileri bugün hayatta olmaz mıydı?
Niye her iş cinayetinden sonra verilen sözler yerine getirilmiyor, ölen emekçilerin geride kalan aileleri yazgısı ile baş başa bırakılıyor?
Neden iş güvenliğine ilişkin önlemlerin yer aldığı torba yasa tasarısında geri adım atılıyor?
Neden madenlerde yaşam odalarının mecburi hale getirilmesine karşı çıkılıyor?
Yaşam odalarının mecburi olması için illa yeni iş cinayetlerinde yüzlerce emekçinin ölmesi mi gerekiyor?
İLO sözleşmelerini ötele, ancak 20 yıl sonra kabul et, yaşam odalarına karşı çık, yasa tasarısında işverene getirilen ağır yaptırımlardan geri adım at. Ondan sonra da ’’ iş cinayetlerine karşı mücadele ediyoruz’’ demeçleri. Hiç de inandırıcı değil.
Emekçi, sayın bakandan Kıdem Tazminatı Fonu kurulmasına ilişkin harcadığı enerjinin yarısını iş cinayetlerine karşı harcamasını bekliyor.
Emekçinin önceliği Kıdem Tazminatı Fonu değil, güvenlik önlemlerinin eksiksiz alındığı işyerlerinde kaygısız çalışmaktır.
3 Mart 1992’de Zonguldak’taki grizu faciasında yaşamını yitiren 263 maden emekçisini anmak ve iş cinayetlerine dikkat çekmek amacıyla ‘’ 3 Mart İş Cinayetlerine Karşı Mücadele Günü’’de İsveç’ten gelen haber yüzümüze tokat gibi indi.
Maden ocağındaki yangında 166 işçi yaşam odaları sığınarak hayata tutunurken, Soma ve Ermenek’teki ocaklarda yaşam odalarının bulunmamasından yüzlerce emekçi canını yitirdi.
Biri olumlu, biri olumsuz bu iki örnek ülkemizde emekçiye verilen değeri bir kez daha gözler önüne serdi.
Uluslararası Çalışma Örgütü'nün (ILO) 1995 yılında kabul ettiği madencilerin güvenliğine ilişkin 176 sayılı sözleşmeyi Türkiye 20 yıl savsakladı.
Sözleşme ancak Soma ve Ermenek’teki kitlesel ölümlerin ardından 20 yıl sonra kabul edilerek çalışma mevzuatına girebildi.
Madenciler adına son derece yaşamsal önemi olan bu sözleşmenin kabul edilmesi için illa yüzlerce emekçinin ölmesi mi gerekiyordu?
Eğer, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) madencilerin güvenliğine ilişkin 176 sayılı sözleşmesini 20 yıl sonra çalışma mevzuatına alırsanız madenlerde kitlesel ölümler kaçınılmaz olur.
Eğer, maden ocaklarında yaşam odalarının kurulmasını mecburi hale getirmezseniz, Soma ve Ermenek’te olduğu gibi iş cinayetlerinde yüzlerce emekçi yaşamını yitirmeye devam eder.
Eğer, TBMM Komisyonunda iş güvenliğine ilişkin düzenlemeleri de içeren torba yasa tasarısında emekçiler aleyhine, işveren lehine değişiklik yaparsanız iş cinayetleri günde ortalama 5 emekçinin canını almayı sürdürür.
Soma, Ermenek ve diğer ocaklarda yaşam odaları olsaydı yerin yüzlerce metre altında kazma sallayan Anadolu’nun çilekeş emekçileri bugün hayatta olmaz mıydı?
Niye her iş cinayetinden sonra verilen sözler yerine getirilmiyor, ölen emekçilerin geride kalan aileleri yazgısı ile baş başa bırakılıyor?
Neden iş güvenliğine ilişkin önlemlerin yer aldığı torba yasa tasarısında geri adım atılıyor?
Neden madenlerde yaşam odalarının mecburi hale getirilmesine karşı çıkılıyor?
Yaşam odalarının mecburi olması için illa yeni iş cinayetlerinde yüzlerce emekçinin ölmesi mi gerekiyor?
İLO sözleşmelerini ötele, ancak 20 yıl sonra kabul et, yaşam odalarına karşı çık, yasa tasarısında işverene getirilen ağır yaptırımlardan geri adım at. Ondan sonra da ’’ iş cinayetlerine karşı mücadele ediyoruz’’ demeçleri. Hiç de inandırıcı değil.
Emekçi, sayın bakandan Kıdem Tazminatı Fonu kurulmasına ilişkin harcadığı enerjinin yarısını iş cinayetlerine karşı harcamasını bekliyor.
Emekçinin önceliği Kıdem Tazminatı Fonu değil, güvenlik önlemlerinin eksiksiz alındığı işyerlerinde kaygısız çalışmaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)