Sayfalar

28 Mayıs 2015 Perşembe

Emekçinin Mesajı

Bursa’daki metal işçilerinin eylemi sendikalara kendilerini sorgulaması adına verilen önemli bir mesaj.

Demokrasinin olmazsa olmazı sendikalardan bazıları bu eylemden gerekli dersi çıkarıp acaba özeleştiride bulunabilecek, mesajı alabilecek mi?

Yoksa bu eylemi “ideolojik” diye görmezden gelip, savuşturacak mı?

Ülkeyi yasa boğan Soma ve Ermenek facialarında olduğu gibi, metal işçilerinin ücretlerinin iyileştirilmesine yönelik eylemi sendikaların görevinin sadece üye kaydedip, işverenle toplu iş sözleşmesi bağıtlamak olmadığını bir kez daha ortaya koydu.

Salt ücret zammına odaklanan, işçiyi hoşnut etmeyen, taleplerini karşılamayan toplu iş sözleşmesinin altına imza atmayı benimseyen sendikacılık anlayışının iflas ettiği Soma ve Ermenek’in ardından, Bursa’da da açıkça görüldü.


Üyesi olan emekçilerin aldığı düşük ücretten kesilen aidatlar ile yaşamını sürdüren sendika ve yöneticilerinin önceliği, işçinin geçinebileceği bir ücreti sağlamak, işyerinde rahat, güvenli, huzurlu bir şekilde işverenin baskısına, hakaretine uğramadan çalışmasına olanak sağlayacak ortamı yaratmaktır.

Sırf emekçiyi hoşnut etmeyen ücret zammına odaklanırsanız, toplumun size yakıştırdığı ‘’sarı sendika’’ nitelemesinden de kurtulamazsınız.

Metal emekçilerinin büyük tepki gösterdiği işyerindeki örgütlü sendikadan istifa etmeleri, işçi- sendika arasında oluşan güvensizlik adına ibretlik bir örnek.

İşçilerin hışmına uğrayan sendika yöneticileri bu eylemden gerekli dersi alarak “nerede yanlış yaptık?” diye kendilerini sorgulamalı, gereken mesajı almalı.

Sadece bu sendika yöneticileri değil, emekçiyi hoşnut etmeyen ücret sendikacılığını benimseyen diğerleri de bu sorgulamayı, özeleştiriyi yapmalı, kendilerine çeki düzen vermeli.

Sendikacılık birilerinin geçim kaynağı, gününü gün etme makamı olmamalıdır.

Bunun aksi bir anlayıştan kaybeden sendikalar ve emekçiler olacak, ivme yitiren sendikal yaşam daha da aşağıya doğru evrilecektir

Türk-İş’in efsanevi başkanı Seyfi Demirsoy’un vurguladığı gibi, sendikacılık ideali olanın yapacağı, emekçinin hakkını sonuna dek savunacağı, söke söke alacağı çok önemli bir görev.

Ne var ki, Seyfi Demirsoy’un, Abdullah Baştürk’ün, Kemal Türkler’in, Halil Tunç’un emek hareketine damga vuran önderliği günümüzde mumla aranıyor.

Oysa bu günlerde böylesi işçi önderlerine ne kadar da ihtiyaç var.

Demokrasinin vazgeçilmez kurumlarının başında gelen, emekçilerin örgütlü gücü güçlü sendikalara bugün olduğu gibi, gelecekte de fazlasıyla ihtiyaç var.

Ne kadar eleştirilse, hırpalansa, öcü gibi gösterilse de sendikalar demokrasinin “olmazsa olmazı”, güvencesi, emekçinin hakkını arayabileceği, sığınabileceği sivil toplum örgütleridir.

Sendikalar iki yılda bir sözleşme bağıtlayan, göstermelik olarak lüks otel salonlarında seminer düzenleyen değil, öncelikle işçinin güvenliği, huzuru sonrasında ücreti için mücadele eden kurumlardır.

Bu kurumları, toplum nezdinde sevimsizleştirmek, soğutmak, kuşkuyla bakılır hale getirmek emekçiye yapılan en büyük kötülüktür.

Buna da hiç kimsenin hakkı yok.

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Tuğla da Siz Koyun

Avrupa’nın ilk, Türkiye’nin en donanımlı onkoloji kentini inşa eden Lösemi Çocuklar Vakfı (LÖSEV) Başkanı Üstün Ezer, “Bir tuğla da siz koyar mısınız?” sloganıyla tüm yurttaşları, şirketleri daha güçlü bir vakıf için yardıma çağırıyor.

Ankara İncek’te inşa edilen görkemli onkoloji kenti, lösemili çocukların tedavi göreceği, şefkat ve sevginin eksik olmayacağı her türlü övgüye değer bir çabanın ürünü.

LÖSEV, yardım ve bağışlarla saçları sıfıra vurulmuş, yüzleri maskeli fotoğraflarından, görüntülerinden tanıdığımız amansız hastalığın pençesine düşmüş yavrularımızın hayata tutunmasını , geleceğe umutla bakmasını sağlayacak son derece modern bir hastane kurdu.

Her türlü engellemelere karşın oluşturulan onkoloji kenti çağın gereklerine uygun donanımlı hastanesi ile Türkiye’nin yüzünü ağartacak, insanlığa hizmet edecek bir anıt olarak yükseliyor.

LÖSEV Başkanı Dr. Üstün Ezer, maddi açıdan güçlü ve borçsuz bir hastane, vakıf için her yurttaştan gücü oranında destek istiyor.

Tarafıma gönderilen mektupta Üstün Ezer yurttaşlara şöyle sesleniyor:

“İnsanlık ölmesin insanlar da ölmesin ülküsü ile elimizi büyük bir taşın altına koyduk. Yıllardır anne ve babalarının yoksunluğu nedeniyle tedavisi yarıda kalan, enfeksiyon, yetersiz beslenme ve umutsuzluk nedeniyle kaybedilen lösemili yavrularımız için çırpındık.

Tedavi başarı oranlarını yüzde 92’lere çıkardık. Lösemili çocukların zengini fakiri olmaz dedik, aradan parayı çıkardık ve bütün hastalarımızın en iyi tedaviye eşit koşullarda ulaşabilmesini sağladık.”

Mektubunda güler yüzlü bilim insanları, kanatsız melekler ve insana değer veren kocaman bir sağlık ordusu yarattıklarını, dünyada onkoloji alanında lider bir kuruluş olduklarına dikkat çeken Ezer, bunu yurttaşların yardım ve bağışları ile gerçekleştirdiklerini belirtiyor.

Sıranın hem çocuklar hem de yetişkinler için lösemi ve kanserde deneyimleriyle yüzde 100 tedavi başarısını sağlamaya geldiğine işaret eden Dr. Üstün Ezer şöyle devam ediyor:

“Avrupa’nın ilk, ülkemizin en donanımlı onkoloji kentini inşa ederken ‘Bir tuğla da siz koyar mısınız?’ dedik, herkes bir tuğla koydu. Sizlerin sayesinde çağımızın en gelişmiş tıbbi cihazlarını alarak en iyi doktorlar ve sağlık ekibi ile hastanemizi yaşatmayı hedefliyoruz.

Açılışını yaptığımız LÖSEV Kent için sizden, duyarlı şirketlerimizden ve hayırsever varlıklarımızdan daha büyük tuğlalar koymanızı rica ediyoruz. Maddi açıdan güçlü ve borçsuz bir hastane her zaman başarılı olacak ve etik değerler içerisinde kalacaktır.

Ha gayret Türkiye, kanseri yenmek ve çocuklarımızı yaşatmak için ele ele. Size inanıyor ve güveniyoruz. İyi ki varsınız ve hep var olacaksınız.”

LÖSEV 17 bin aşkın hastaya maddi ve sosyal yardımda da bulunuyor

Ezer’in de vurguladığı gibi, bu insanlık anıtının daha da yükselmesi, yardımların aksatılmadan sürdürülmesi için LÖSEV’in maddi anlamda güçlenmesi gerekiyor.

LÖSEV’in güçlenmesinin en büyük kaynağı da yurttaşların, şirketlerin ve hayırsever varlıkların koyacağı tuğlaya, yapacağı katkıya, desteğe bağlı.

Çağın baş belası olan kanser ve lösemiye karşı uzun soluklu bir mücadele yürüten LÖSEV’in “Bir Tuğla da Siz Koyar mısınız?”çağrısına duyarlı yurttaşlar sanırım kayıtsız kalmayacaktır.

LÖSEV’e bağışlar www.losev. org.tr web sayfasından, tüm banka şubelerindeki vakıf hesabından, ya da cep telefonlarından 3406’ya boş bir mesaj göndererek(her mesaj 10 lira) yapılabiliyor.

Geleceğimiz olan çocuklarımızın, yetişkin insanlarımızın sağlıklı günlere, ailelerine kavuşması için, “Bir Tuğla da Siz Koyun.”

18 Mayıs 2015 Pazartesi

Nedir Bu Düşmanlık?

Diğer davalar gibi kumpas olduğu belirlenen 3 Temmuz sürecini bedel ödeyen başkan, yönetim, oyuncu ve taraftarının dünyaya örnek olacak dayanışma, birliktelik ve kenetlenmesiyle savuşturan Fenerbahçe’ye yönelik saha içi ve dışı saldırılar hız kesmeksizin sürüyor.
3 Temmuz sürecinin yaraları, travması henüz iyileşmeye yüz tutarken, Fenerbahçe kafilesi Rize deplasmanı dönüşü Sürmene’deki silahlı saldırıda ölümden kıl payı kurtuldu.
Bu yetmezmiş gibi, her deplasman maçında Emre ile Volkan adeta günah keçisi ilan edilerek, küfre, hakarete uğradı.
Bursa’ya giden Emre, feribotta üzerinde Beşiktaş forması olan 5-6 saldırgan tarafından yumruklandı, hakarete uğradı.
Son olarak Mersin’de adeta vahşete açık davet çıkarırcasına yerel bir dergide elinde uzun namlulu silahlı Mersinli bir futbolcunun “Hedefte Fener War (savaş)” fotoğrafı akıllara durgunluk verircesine yayınlandı.
Bu fotoğraf, resmen şiddete, teröre, saldırıya açık bir çağrı değil mi?
Başkan Aziz Yıldırım ile Fenerbahçe camiasını her platformda suçlamayı, karalamayı alışkanlık haline getirmiş diğer kulüp başkanları bu çirkin saldırılar karşısında niye susuyor?
Nerede Sürmene’nin failleri?
Hani en kısa sürede bu olay aydınlatılacaktı ne oldu?
3 kişi gözaltına alındı, salıverildi, olay unutuldu gitti.
Emre’ye feribotta yapılan saldırının faili ifadesi alınıp bırakıldı. Emin olun o da unutulup gidecek.
Bugüne dek tanık olmadığımız bir şekilde Mersin’de şiddetti körükleyen yerel gazetenin sorumluları, muhabirleri “Böyle bir fotoğrafı neden bastınız” diye sorgulandı mı?
Eğer bu olumsuz, çirkin hareketleri Fenerbahçe taraftarı yapsaydı hiç kuşkunuz olmasın, kıyma makinesinin dişlileri arasına alınır, lime lime edilirdi.
Galatasaray-Gençlerbirliği maçında çok sorgulanan rakip kalecinin yediği gol ile santraforunun kaçırdığı gol, Fenerbahçe maçında gerçekleşseydi, her yerde “şike şike” diye bağırılırdı.
Nedir Bu Fenerbahçe düşmanlığı?
Fenerbahçe’nin, başkanının tek suçu taraftarı ve yönetimiyle 3 Temmuz sürecinde tekyumruk olarak dik durması mı?
Atatürk’ün takımı Fenerbahçe’nin tek suçu, ölümsüz liderin ilkelerine ve cumhuriyetine sahip çıkması mı?
Ani parlamasından ötürü eleştirebileceğiniz Aziz Yıldırım’ın tek suçu, Fenerbahçe’yi belirli görüşün egemenliğine sokmaması mı?
Takımın çıkarları için mücadele etmesi mi?
Söyleyin Allah aşkına nedir bu Fenerbahçe düşmanlığı?
Eğer Fenerbahçesiz bir Süper Lig istiyorsanız buyurun oynayın?
Oynayın da görün bakalım Fenerbahçe’nin Türk futbolundaki özgül ağırlığını
Lütfen herkes aklını başına alsın
Kulüp başkanları; lütfen taraftarınızı sağduyuya davet edin.
Bugün Fenerbahçe'ye yapılan saldırı okları, yarın sizlere de yönelebilir.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

Dipteki Sendikalaşma

Kuşkusuz çalışanların sendikalı olması hem maddi hem de sosyal anlamda bir kazanımdır.

Özellikle sendika üyesi işçiler, bağıtlanan toplu iş sözleşmesi ile sağlanan ücret artışının yanı sıra sosyal haklarda da ciddi haklar elde etmektedir.

Çalışma yaşamında delikanlılık çağını yaşayan memur sendikacılığı kamu çalışanları için önemli bir kazanım olmakla birlikte, işçi sendikaları kadar haklar elde edememektedir.

Memura grev hakkının tanınmaması kamu sendikalarının elini kolunu bağlamakta, talep ettiklerini almasına engel olmaktadır.

Grev hakkından yoksun memur sendikaları deyim yerinde ise hükümetin verdiği zamla yetinmektedir.


Bu arada hükümete yakın Memur-Sen’in 2013’te önerilen düşük zammı daha çok üye amacıyla itiraz etmeksizin kabul etmesi, kamu çalışanlarının kaybını daha da artırmıştır.

Memur-Sen’in bu tutumundan ötürü, milyonlarca kamu çalışanı ilk kez enflasyon farkından yoksun kalmıştır.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de 12 milyon 200 bin işçiden yalnızca 1 milyon 300 bini sendikaya üye.

Sendikalaşma oranı yüzde 10.6 düzeyinde. Yani 10 işçiden biri sendikalı.

Oysa bu oran OECD ülkelerinde yüzde 17, AB’de ise 23 düzeyinde.

İşçi sendikalarında üyelik oranı bu denli düşük olmasına karşın, memur sendikalarında üyelik oranı yüzde 70 düzeyinde.

Her 4 memurdan 3’ü sendika üyesi. Memur sendikacılığındaki yüksek oranda, hükümetin sendikalara üye olan memura yardım ödemesi etkili olmaktadır.

Hükümet ödediği yardım ile memurun sendikalara üye olmasını teşvik etmektedir.

Türkiye’de işçilerin sendikalaşma oranının diğer ülkelere göre son derece düşük olması çalışma yaşamının olumsuz bir tablosu olarak kendini gösteriyor.

Sendikalaşma oranı niye bu denli düşük?

Kuşkusuz bu soruya verilecek birinci yanıt, sendikalara karşı toplumda oluşan olumsuz algı.

Bu algının kırılmasında öncelikli görev bizatihi sendikalara düşmektedir.

Sendikalar artık salt ücret sendikacılığı yapan kurum niteliğinden arınmalı, gerçekten çalışanların her türlü çıkarı için mücadele eden bir yapıya bürünmelidir.

İşverenlerin sendikalaşmaya soğuk bakması, sendika üyesi olan işçileri işten atmakla tehdit etmesi de bu olumsuz tabloyu destekleyen diğer önemli etken.

İşçi sendikaları kamu kesiminde önceden hiçbir engelleme ile karşılaşmadan çok sayıda emekçiyi üye yapabiliyor, üye sayıları hızla artıyordu.

Ancak KİT’lerin özelleştirilmesinden sonra buralarda örgütlenmek, sendikalaşmak eskisine göre daha zor, hatta olanaksız hale geldi. Bu da üye kayıplarına yol açtı.

Özelleştirmelerden ötürü önemli kalelerini yitiren sendikalar, güçlerini özel sektöre yoğunlaştırdı.

Ne ki, özel sektörde sendikalaşmak kamu kesimine göre çok zor olunca sendikalı işçi sayısı, dolayısıyla sendikalaşma oranı da düşük kaldı.

Her ne kadar eleştirilse, toplumda olumsuz bir algı oluşsa da sendikalar emekçilerin hakları için vazgeçemeyeceği birer sivil toplum örgütüdür.

Sendikalar emekçi kadar, işyerlerine de başta iş sağlığı ve güvenliği olmak üzere pek çok konuda katkı sağlar, işverenle birlikte sorunlara çözüm arar.

Bundan ötürü işveren sendikaları öcü gibi görme fobisinden arınmalı, bu kurumlara daha hoşgörü ile yaklaşmalı.

Ne kadar eleştirilse, saldırılsa da sendikalar birer öcü değildir.

Türkiye’nin olumsuz bu tablodan kurtulması için sendikalaşmanın önündeki engeller kaldırılmalı, teşvik edilmelidir.

4 Mayıs 2015 Pazartesi

Utandıran Birincilik

İçinde bulunduğumuz “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Haftası”nda hem içimiz burkuluyor, hem de utanıyoruz.

Nasıl utanmayalım, incinmeyelim, üzülmeyelim?

Türkiye her 100 bin çalışan başına düşen ölümlü iş kazalarında, Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada yer alıyor.

Türkiye iş kazalarında Avrupa şampiyonu.

İş cinayetleri günde ortalama 4 emekçinin canını alıyor, çok sayıda kişiyi de sakat bırakıyor.

Tablo o denli vahim ve ürkütücü. Türkiye bu kötü tabloyu hiç hak etmiyor.

Ama ihmalkarlık, yetersiz denetim ve eğitim, ilkel çalışma koşulları, aşırı kar hırsından mesai kavramının anlamını yitirmesi gibi nedenler Türkiye’nin sicilini bozuyor.


Eğer Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) 1995’te kabul ettiği madenlerde iş güvenliğine ilişkin 176 sayılı sözleşmeyi 20 yıl sonra çalışma mevzuatına alırsanız Türkiye tabi ki iş cinayetlerinde Avrupa şampiyonu olur.

Eğer maden ocaklarında yaşam odasının kurulmasına ilişkin düzenlemeyi ancak Soma ve Ermenek facialarının ardından hatırlayıp hayata geçirirseniz, Türkiye tabi ki iş cinayetlerinde dünya üçüncüsü olur.

Eğer işyerlerinde gerekli iş güvenliği hekimi ve uzmanları bulunmaz, denetimler yapılmaz, işçiye eğitim verilmezse tabi ki Türkiye’de günde ortalama 4 emekçi yaşamını yitirir.

176 sayılı ILO sözleşmesinin çalışma mevzuatında yerini alabilmesi için illa yüzlerce maden emekçisinin canını yitirmesi mi gerekiyordu?

İş cinayetlerinin önü bir türlü alınamıyor, giderek artıyor.

Tüm ulusu acıya boğan Soma ve Ermenek’teki iş kazalarından ders alınmaksızın yine işyerlerinde düşük ücretli sigortasız işçi çalıştırılıyor, yine gerekli denetimler yapılmıyor, yine emekçiye yeterli eğitim verilmiyor, yine her gün medyada iş cinayetlerine kurban gidenlerin haberi yer alıyor.

İş cinayetlerinin üzücü bilançosu her geçen yıl artıyor.

Yapılan araştırmalara göre, Türkiye’de 2004 yılında iş cinayetlerinde 543 emekçi yaşamını yitirirken, 2013’te 1360, 2014’te 1886 işçi yaşamını yitirdi.

2013 yılında meydana gelen iş cinayetlerinde bir önceki yıla göre yüzde 291, ölümlerde de yüzde 83 artış oldu.


Yine İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) raporuna göre son 15 ayda en az 2 bin 237 emekçi iş cinayetlerinin kurbanı oldu.

Bu yılın ilk üç ayında da 351 işçi hayatını kaybetti.

Rakamlar iş cinayetlerinin ülkemiz adına ne denli büyük bir tehlike olduğunu net şekilde ortaya koyuyor.

Aslında iş cinayetlerinin yüzde 98’i öngörülüp önlenebilir mahiyette.

Ne var ki, güvencesiz ve sendikasız çalışma koşullarından ötürü iş cinayetleri her geçen yıl katlanarak can almaya devam ediyor.

İş kazalarında canlarını yitirenlerin büyük çoğunluğunun sendikasız işçilerden oluştuğu dikkate alınırsa, örgütsüz, kayıt dışı işyerlerinin ölümlere açık davetiye çıkardığı açıkça görülüyor.

Ne kadar yasa çıkarırsanız çıkarın, her gün iş kazalarının tehlikesini dile getirirseniz getirin.

Eğer, yasanın uygulanır olduğunu denetlemez, kayıt dışı çalışmayı önleyemez, taşeron işçiliğini kaldırmaz, yasa tanımaz şekilde emekçi çalıştıran işverenlere çok ağır yaptırımlar uygulanmaz, emekçiyi iş güvenliği konusunda gereği gibi eğitmez, işyerlerini ilkel koşullardan arındırmaz, sendika hakkını kısıtlamazsanız yine iş cinayetleri can almaya devam eder.

Eğer bu önlemleri hayata geçiremezseniz, Türkiye iş cinayetlerinde liderliği başka ülkelere bırakmaz.